Aşan Bilir Karlı Dağın Ardını


Aşan bilir karlı dağın ardını
Çeken bilir ayrılığın derdini
Bülbül kaça aldın gülün narhını
Gül alıp satmanın zamanı değil

Selvinin dalları boyundan uzun
Yavrular gözüme bir salkım üzüm
Ölmeden o yari görürse gözüm
Koyun kuzu kurban olur o zaman

Yaprak gazel olmuş durmuyor dalda
Vefasız güzelden bize ne fayda
Bu ayda olmazsa gelecek ayda
Ölürüm vazgeçmem sevdiğim senden

Günde bin güzellik görüp, birine vurulduğumuz, gam ve dert ile yoğrulduğumuz; ekmeğini el ile paylaşan, çarşambasını sel alan, sevdiklerini el alan. Kor yürekli, demir bilekli, başı bulutlarda yiğitlerin, vefalı, sadık, örük saçlı, gül yüzlü güzellerin, ceylanların, efsanelerin, türkülerin, beylerin, ozanların ve dillere destan âşıkların diyarı Anadolu. 

İşte Telli Senem ile Yazıcıoğlu Osman Ağa da bu yürek yangınlarını çekmiş binlerce kor yığınından sadece ikisi. 

Tülü mayalar, kırk atlar koçlar, taylar, kuzular, gökçe gelinler ve koç yiğitlerden kurulu Yörük kervanı Binboğa Dağları’nın üstünden aşarak Tanır Yaylası’na doğru ince bir çizgi gibi, bir uçtan bir uca süzülüp geçti. Yol bitmiş sınırın hemen yanı başındaki konak yeri görünmüştü. Akşamüstü yaylaya ulaşınca kervanının en önünde giden tülü mayadan yaşlı bir yörük beyi sıçrayıp indi. Arkasında uzanan kervana dur etti ve bağırdı. “Konak yerimiz buradır. Atlar bağlana, denkler çözüle, tez elden çadırlar kurula, Allah hayır getire” dedi. Tez elden çadırlar kuruldu. Atlar, kuzular koyunlar çayıra salındı. Beyin siyah çadırından geniş obası kuruldu. Çadır direklerine tüfekler, sazlar asıldı. Yörükler meydan yerinde yaktıkları, gökyüzüne uzanan bir ateş yığınının başında geceye teslim ettiler ilk günlerini. 

Ertesi sabah yörüklerin Tanır’a gelip yerleştikleri hemen duyuldu. Adettendi, yerli halk gelip “hoş geldiniz” derdi. Birkaç ay kalıp sonra gidecek olan bu göçebe yörükleriyle kardeş gibi geçinirlerdi. Tanır’ın şanlı Beyi Yazıcıoğlu köyünün büyüklerini çağırıp, başlarına da oğlu Osman’ı katıp hoş geldine gönderdi yörüklerin yanına. Yerliler atladılar atlarına, vardılar yörüklerin yaylasına. Yörükler hürmetle yürekten karşıladılar gelenleri. Koşup ağaya haber verdiler. Kara çadırından önce ak saçlı Yörük beyi, ardında o ahu gözlü, fidan boylu ceren çıktı. Ziyaretçilerin başında atın üstünde bir kartal gibi duran yemyeşil gözlü, kartal bakışlı, çınar gibi heybetli Osman’a takıldı gözleri. Bir yıl gibi sürdü ikisi içinde bu bakışlar, velhasıl birbirlerine aşık oldular.  

Günler akıp geçti. Ne Senem, ne de Osman birbirlerini unutamadılar. Sevda bu. Çaresi olmazsa sarartıp soldurur, öldürür adamı. Senem seviyordu ama çaresizdi. Biliyordu ki babası oba dışından birine kız vermezdi. Töreleri böyleydi. Osman düşündü, babası bir yörük kızını evine almazdı. Bir gün “Kaçalım” dedi Osman. “Yok” dedi Senem, “Ben böyle aşk oduna yanarım da kaçmam. Kaçıpta babamın başını yere eğdirmem” dedi. 

Yiğit sararıp solar da hatun anası hissetmez mi? Gayri sordular, Osman anlattı. Bir tek oğlanın derdine çare bulmak, onu bu dertten kurtarabilmek için kaideleri bir bir yıktı babası. Dünür kafilesi hazırlandı yaylanın yolu tutuldu. Allah’ın emriyle dediler yörük beyinden kızını istediler. Yörük beyi “Allah yazdıysa biz ne edelim velakin obamızın kanunları vardır, ihtiyarlarımıza soralım, bir kaç güz izin verin düşünelim, kararımızı sizlere iletiriz ” dediler. Dediler dediler ama bir yangın düştü yörük beyinin yüreğine. Ölür de törelerini yıkmaz, aşiretin dışına kız vermezdi. Fakat bu yörenin en güçlü adamı dünür geliyor. Vermezlerse basarlar obayı alır kaçırırlar kızı. Onlar obayı basmadan biz kaçmalıyız diyerek çadırları söktüler, obayı topladılar, gece vakti yola koyuldular. Ertesi gün tüm Tanırlılar boş buldular yaylayı. Lale göçmüş, yurdu ağlıyordu. Osman’ın bağrına bir ateş düştü. Sanki yüreğine bir hançer saplandı. Bir ölüden farksız oldu. 

Aradan yıllar geçti ama Senem’den bir haber alamadı. Yıllar sonra bir yaz günü evinin önünde oturup çocuklarıyla oynarken; köyün ermeni çercisi koşarak yanına geldi. “Ağam” dedi “Ağam kurban olayım bir şey desem, bir haber sunsam yıkılır mısın, yoksa sevinir misin? Eski bir yaraya tuz mu atarım” dedi.  Yazıcıoğlu Osman anlat hele dedi. Çerçici anlatmaya koyuldu. “Kozan’daydım” dedi. “Mallarımı satarken iki büklüm bir ihtiyar geldi yanıma. Saçları ak, gözlerinin feri sönmüş bir ihtiyar kadın. ‘Oğul nerelisin’ dedi. ‘Tanırlıyım ana’ dedim. ‘Osman Ağayı bilir misin?’ dedi. ‘İnsan köyünün ağasını bilmez mi?’ dedim. Kuşağından bir çıkını çıkarttı. Aha bu lapatanı elime tutuşturup ‘Osman ağaya söyle Senem ananın selamı var, yüreği yüreğinle birdir. Kimseye yar olmamıştır. Bir yayla kızı gibi sevmiş, bir yayla kızı gibi sadık kalmıştır de, ama gayrı her şey geçti. Gelip aramaya’ dedi. Sen bilirsin ağam. Ben selamı getirdim, üstümde kalmasın, gerisini sen bilirsin.” dedi. 

Osman’ın yüreğinde yetmiş yıllık kor yeniden yandı. Aldı sazını eline bu türküyü dillendirdi. Çerçiciye altınlar verdi, tarlalar bağışladı. Bir at hazırlattı, yanına iki adam alarak Kozan’ın yolunu tuttu. Osman ile Senem kavuştular mı kavuşmadılar mı bilinmez ama Maraş’ta ,Tanır’da, Toroslar’da, Avşar ellerinde ne zaman bir düğün kurulsa bu türkü yıllardır söylenir durur.