1928 yılında Beşiktaş'ta bir akaret evinde
oturuyorduk. Güzdü. Birkaç gün önce Cumhuriyet Bayramı büyük şenliklerle
kutlanmıştı. Evimizin önünden sabahleyin asker, gece fener alayları geçmişti.
Pencereden izlemiştim. Askerlerin, o zaman tramvay caddesi dediğimiz
Dolmabahçe'yi Beşiktaş'tan geçerek Ortaköy'e bağlayan ana caddede yittiğini
görmüştüm. Fener alayları, Vişnezade'ye doğru çıkmışlardı.
Harf devrimi yaz sonunda uygulamaya
konmuştu. İlkokulun üçüncü sınıfındaydım. Bir çocuk için sorundu bu, yazı
değişmişti. Öğretmen de tatilden yararlanmak isteyerek ağır ödev yüklemişti. Bu
nedenle caddelerdeki o coşkun akışa kitaplarımla defterlerimi yığdığım masayla pencere
arasında mekik dokuyarak katılabilmiştim. Bayram geçince alaylar, geçit
törenleri durulmuş, taklar sökülmüştü. Günlük yaşamımıza dönmüştük.
Evimizin odaları yüksek tavanlı, çok beyaz
badanalıydı. Çıplak bir ampul bol ışık yağdırıyordu. O akşam, yine ödevlerime
gömülmüştüm. Bizimkilerin bir bölümü, büyükannem, annem, küçük dayım oldukça
geniş sayılabilecek odanın benden uzak bir yerine oturmuşlar, küçük seslerle
konuşuyorlardı. Biraz aklım erdiğinde onları ailenin çekirdeği gibi görecektim.
Siyasal deyimlerle senli benli olduğum daha uzak bir zamanda da iç kabinesi
ailenin diyecektim.
Bir hayli de kalabalıktık. Üye sayısı
küçümsenmeyecek bu topluluk büyükannemi, annemi, büyük dayımla küçük dayımı,
yengelerimi, bir de Rumeli'den getirdikleri bir kızı, abla yerine koyduğum
İffet'i ve beni içeriyordu. Büyük dayımın ailenin çekirdeğinin dışında
tutulmasının nedeni geçirdiği ruhsal rahatsızlık olmalıydı, bu ruhsal
rahatsızlığın da araya koyduğu yine ondan kaynaklanan şeker renk hava. Şimdi o
bir suskunluk simgesi gibiydi. Oysa eskiden öyle değilmiş. O denli çok
konuşurmuş ki, kardeşleri: "Yeter artık ağabey, kalbin yorulacak!"
derlermiş. Yengeleriminse hep yüzeyde tutulmalarına özen gösterildi. Ne de
olsa, onlar gelindi. İffet bile daha içtenlikle benimsendi.
Rumeliliydi ailem, Birinci Dünya
Savaşı'ndan önce konukluğa gelmişler, dönememişler. O zamanın Rumeli
göçmenlerinin gözlerinde mahzun fenerler yanar, sanki görünmeyen bir el
akşamdan geceye sarktıkça o fenerlerin ışığını daha da kısardı. Tedirgin, söylesem
mi söylemesem mi gibi bir edayla konuşurlardı. Şimdi de öyle konuşuyorlardı.
Kulak kabartmıştım:
Alacakları bir evden söz ediyorlardı,
kaparo sözcüğü geçiyordu ikide bir, üç binden aşağı inmiyor; diyorlardı.
Sokağın elektriği varmış, evin yokmuş. Annem: "Bağlatalım" diyordu,
"Kolaylığı var, bir düğmeyi çevirmek olup olacağı, gerektiğince
yakılacak." Duruyor, sonra ekliyordu: "Alıştık da burada." Küçük
dayım: "Alacağız" diye yanıtlıyordu. Demek bir ev alacak, kiradan
çıkacaktık. O gece yeni evimizin nerede olduğunu sormadım. Bu değişiklikten
etkilenmedim de, ödevimi bitirince yatıp uyudum.
Ertesi gün öğrendim. Bu ev Ihlamur'a doğru
giden Şair Nedim Caddesi'ni kesen sokaklardan birindeymiş. Ortabahçe'ye
yakınmış. Ortabahçe neresiydi; bilmiyordum ki! Üç buçuk katlıymış. Buçuğunu da
söylüyorlardı. Üç buçuk katlı, diyorlardı. Harap olduğunu da duydum.
Boyatacaklarmış, tahiniye. Odaları tavanı filiz rengi, kapılar maun öykünmesi
olacakmış. Tulumba onarılacak, sarnıç tez elden temizlettirilecekmiş.
Büyükannem; "Sıçan ölüleri olmasın
sarnıçta?" diye tutturmuştu. Annemin kaygısıysa benim okula nasıl gidip
geleceğimdi. Yerindeydi annemin tedirginliği, şimdiki okulum oturduğumuz evin
karşısında, başka bir akaret yapısındaydı. Yolu da bozukmuş yeni evin, ne
arnavut kaldırımı ne de parke, koca çukurların oluştuğu toprak bir yolmuş. Kısa
süre sonra yolun o halini görecektim. Yine görecektim ki arabalar dolusu kum
yığmışlar yer yer, kesme taşlar da birkaç bölümde dağlar gibi duruyor.
Anlaşılıyordu ki, yol yapılacaktı. Nitekim, yapıldı da. Şimdi, İstanbul'un bir
yolunun eski halini anımsamak ne güzel!
Sonra taşındık. Nasıl taşındık,
anımsamıyorum. Eziyete bağlı işler hep benim uzağımda gerçekleşti. Bildiğim
şudur: Boya kokan bir evde bir gece çok rahatsız uyudum. Ertesi sabah da bozuk
kaldırımlarına kum serpilmiş başka bir yoldan gittim okula, huysuzlandım.
Kedilerin en sevdiğim huyu, uygarlığın başlıca koşullarından biri olan yerleşme
duygusunu benimsemeleridir.
Bu hayvancıklar yeni bir eve taşındılar mı
duramazlar, ne yapıp edip eski yerlerine kaçmanın bir yolunu bulurlar. Belki de
bunun için, nerede bir kedi görsem durup bakmadan edemiyorum. Birkaç gün sonra
da anneme: "Ne boya kokusu ne de uzak yolu okulun" diyordum,
"Başka bir şey var bana dokunan bu evde."
Annemse, "Alışacağız" diye
yanıtlıyordu beni. Belki de büsbütün boşuna değildi dediği, zamanla
yerleşiyorduk. Eşya, iyi kötü, yerini buldu. Koltuk, kanepe, masa, iskemle
eksik de olsa bir uyuşumda buluştu. Ama bir evin yerleşmesi eşyanın yerli
yerine oturmasından çok ötede bir olaydır, unutmamalı! Hele bizimki gibi
kalabalık bir aile için bu büsbütün böyleydi. Eşyanın başımıza açtığı sorundan
sonra bu sorun da çözüldü.
Büyük dayımla büyük yengemi yukarıdaki
odaya kapattık. Biraz da şaka kokmalı bu sözüm, onların da kimsenin yüzünü
görmek istemedikleri için bu yeğlemeyi yaptıkları, en azından, gerçeğin
yarısıdır. Sadece beni istediler, sonsuz bağlı kaldılar hep. Küçük dayımla
küçük yengeme karşı oda verildi. Ama söylemeye gerek yok, küçük dayım üçlü
çekirdeğin bir üyesi olduğu için bahçeye bakan bizim odanın, büyükannemle
annemin ve benim kaldığım odanın adamı oldu daha çok.
Arada şunu da söyleyeceğim ki üçlü
çekirdek deyimi bir hayli yanlış: Çekirdeğin bir dördüncü üyesi vardı ki
teyzemdi o da, kocasıyla başka bir kentte oturduğu için, iki üç ayda bir, bir
haftalığına konukluğa gelirdi. O süredeki oturumların tartışmasız başkanıysa
oydu. Ama yerleşmek odaların insanlara ayrılmasıyla da bitmez. Son aşama, o
evin insanlarının hava boşluğundaki yerlerini, kıyı köşelerini bulmalarıdır.
Öyle ki, boş bir koltuk sürekli oturanını anımsattığı zaman yerleşme tümlenmiş
olacaktır. Bu anlamda da yerleşmiştik, yine de eğreti bir yerleşmeydi bu,
oturması için bir sallantıyı bekliyordu.
Coğrafyamı tanımak istedim, önce İffet'in
yerleştiği çatı katından başladım işe, az basık tavanıyla iki küçük odayla
kocaman bir sofayı, bir de iki terası içeren o saydam boşluk bugünkü çatı
katlarıyla oranlansa tam kat yerine geçerdi. Evin alınacağı günlerde sözü geçen
buçuk kat bu kat mıydı, yoksa aşağıda izbeyi, mutfağı, bir yemek odasını
kapsayan kat mı? Bugün de bilmiyorum. Limonla oyulmuş duru sarı tahtalar yaz
boyunca emdikleri güneşin kokusunu koktular.
Sokağı tanıdım sonra, Ortabahçe'nin ara
yollarını, çıkmazlarını, Davut'un bostanının kıyılarını, biraz daha açılsam
Ihlamur'un kokulu deresine varacaktım. Öbür yönde boğuk sokakları
Şenlikdede'nin, sarhoşlar gibi dik duramayan evler, akmayan çeşmeler, bir
semti, başka bir dünyayı ayırır gibi ayıran kış yaz sarmaşıkla kaplı çok dik,
yüksek duvarı Valdeçeşme'sinin, bıçkınları, külhanları, yeni, bir değişik
sınırdı.
Yığınla sokak gördümse de en çok
sokağımızı sevdim. En küçük bir kuşkuya düşmeden diyebilirim ki o sokağı bana
sevdiren komşularımızın adları oldu. Şimdi adlarını sayacağım insanlarla
sarılmıştı o ev ve o adlarla simgesel bir iletişim içinde olduğu su götürmez
bir gerçekti. Bir üçgendi ki bu, usa sığmaz bir büyü yaratmasın, olanaksızdı.
Sadece adlar mı, o adların ardına çekilmiş
insanlar da öyleydi. Adlarla sahipleri arasında bunca koşutluk daha görmedim.
Ortaöğretim kurumlarımızdan birinde saygın bir öğretmen olan o zarif Esrar Bey
yaşamı boyunca gün kavuşmadan anası Elmas Hanım'ın gölgesine koştu hep, bir gün
de bu kaba dünyaya dayanamayarak kendini yüklükte vurdu.
Üçgeni öbür ucunda oturan Seyide Hanım'ın
oğlu dik kolalı yakalı, Avrupa malı ipek kravatlı, rölöve şapkalı, hiç
gülmeyen, melek yüzlü Şehsuvar Bey Cumhuriyet'in ilk bankalarının alçakgönüllü
bir şubesinde küçük bir memurdu. Rugan iskarpinlerine toz düşürmemek için
arnavut kaldırımlı sokağımızda taştan taşa basarak yürürdü. Kazara sokakta bir
gün ona bir İngiliz rastlasa "Lordum!" diye selamlayıp o geçinceye
dek kaldırımın bir ucunda duracağı kuşkusuzdu. Karşı komşumuz Pesend Hanım düş
müydü gerçek mi, kestiremezdiniz!
Güz ortalığa bıraktığı ufak tefek
kokularını da toplayıp gitti. Boğaz'dan Beşiktaş'ın içlerine doğru üfürdüğü tuz
kokusu duyulmaz oldu. 1929 kışı bizim eve yerleştiğimizden daha kısa sürede
haftalarca kalkmamak üzere İstanbul'a yerleşti. Karın sokak kapımızı eşikten
başlayarak üçte ikisine dek kapladığı günler oldu. Kâğıtlı camlarımız, kapılara
astığımız cicimler kâr etmedi. Sobayı günde beş kez yakmaya başladık. Okullar
aralıklı sürelerle tatile girdiler. Eve kapanmak zorunda kaldım. O günlerde bu
yeni eve kendimi yabancı saydığımı bir kez daha gördüm. Bu bende başlayıp bende
biten bir duygu değildi. Onların da yüzlerinde süregiden yadsımayı görüp
ezikliğe düştüm. Belli etmemeye çalışıyordum.
O günlerin çoğunu büyük dayımın odasında
geçirdim. "Oku!" diyordu bana, "Romanını oku!" Cebimden,
dürülmüş kâğıtlarımı çıkarıp saçma sapan yazılarımı okuyordum. "Bak"
diyordu, "Çok düzenli senin yazıların. Şaşırtmıyor insanı. O adam var ya,
arabaya en yakın kapıdan girmemeli, atların önünden dolaşıp öbür kapıdan
girsin. Yazı dolambaçlı olmalı biraz." Susuyor, küçük dayımı kastederek:
"Aşağıdaki bu kadarını da yazamaz" diye ekliyordu.
Dakikalar geçiyordu, karşılıklı
bakışıyorduk. Kapının iki yanındaki iki yüklüğün arası boşluktu. "Bir gün
buraya perde gerip karagöz oynatacağım" diyordum. "Oynat ya!"
diyordu, "Neden oynatmayasın?" Büyük yengem namazını kesip selam
veriyor, bana gülümsüyordu. "Ah" diyordu büyük dayım sonra, "Sen
on beş yaşına gelene dek ben ölmeyeyim, başka bir şey istemem. Sana öğreteceğim
o denli çok şey var ki!" "Ne?" diye soruyordum. "Çok,"
diyordu, "Kelam, nücum, fıkıh!" Pek meraklı bir hattatın yine o denli
özenli yazısıyla defterler doldurmuştu. Karşıdaki çekmecenin gözlerinde duran o
defterleri biliyordum.
Kar üstüne kar yağıyordu. Korkunç
sıkılıyordum. Anneme: "O evde olsaydık böyle sıkılmazdım" dedim.
Annem benden birkaç yaş büyük bir akraba çocuğunu yatıya çağırdı. Ona
bayılırdım. Martın biriydi. Sırtına binip odada tur attırdım. "Bugün
ilkyaz, martın biri, kar kesilecek, yağmayacak artık!" diye bağırıp
durdum.
Güneş göründü görünmedi, hemen buluta
çekildi. Kar da bir kez daha olanca hızıyla bastırdı, martın onundan sonra
tavsadı ancak; ayın sonuna doğru İstanbul tümüyle temizlendi. Arsalardan
salınmış pek uzun ipli uçurtmalar göründü gökyüzünde, kalabalıklar sokakları
doldurdu. İlkyaz biraz yaşlanınca çekilmez olur, ekşimiş peynir kokar, o yıl da
öyle oldu. Dört gözle gerçek yazı bekledim. Gelmekte gecikmedi.
Haziran başlarında havalar oturmuştu.
Akşamları hava rüzgârlıysa, bir de lodos eserse, çarşıdan kopan satıcı sesleri
Beşiktaş içlerine yansır, orada dağılırdı. Güzün olduğu gibi yine öyleydi.
Nereden gelmişse gelmiş, karışımlı, ayırt edilmez, çiçek kokuları ara sokaklara
dek sokulmuştu. Düşünün bir kez, o güneş görmez, ağaçsız, bitkisiz sokaklarda
birkaç akşam ateşböceği gördüm. Kısa süre sonra teyzem eniştemle gelip beni
aldı, evine götürdü. Yazı başka ilde geçirdim.
Eylül sonunda, okulların açılmasından bir
gün önce döndük. Ev bana dayanılmaz kerte değişik, soğuk ve mahzun göründü.
Sanki küçük güz yonuları her odanın ortasına bağdaş kurmuştu. Büyükannemin
başında çatkı, annemin yüzü o, ama o değil, küçük dayım konuşmuyor. Bir göçmen
suskunluğu vardı onlarda, bu suskunlukları onu da aşmıştı. Ampul o denli
parlamıyor, filiz rengine boyanmış tavanın rengi biraz atmış mı ne, maun
öykünmesi kapılar karanlık.
Bir fiskostur gidiyor. Tadı tuzu kaçmış
bir yemekten sonra önde büyükannem, arkasında teyzem, onun da arkasında küçük
dayım yukarıya çıktılar. Çok şaşırdım. Annem benimle kalmıştı, yüzüne baktım.
"Büyük dayın biraz rahatsız da," dedi. "Barıştılar mı?
Konuşuluyor mu?" diye sordum. Gözleri nemli: "Evet" dedi.
"Ben de gideceğim" diye davrandım. "Sen gitme!" dedi. Ne
şaşırtıcı! Yalnız benim girebildiğim odaya şimdi ben sokulmuyordum. Çok
kalmadılar; indiler aşağıya, yine aynı sırayla odaya girdiler.
Çekirdek üçgen, bu kez teyzemle birlikte
dörtgen olarak toplandı. Küçük seslerle konuştular yine, bu kez huylarından da
öte bir tutumla, kararlılıkla, bana duyurmamak amacıyla böyle konuştukları çok
belliydi. Başkan teyzemdi kuşkusuz, büyük yetenekle oturumu yönetiyordu. Ünlü
bir deyimini duydum:
"Ben beğenmedim?" diyordu. Ne
çok kullanırdı bu sözü, hangi hastayı görse, "Ben beğenmedim" derdi,
çok geçmeden ölürdü o da. Teyzemin ağzından bu tümceyi bu akşam duymak beni
çökertti. Başkası olsa neler yapmazdım. "Büyük bir doktor getirmek
gerekiyor" diye sürdürdü konuşmasını, karar da öyle bağlandı.
Ertesi günü okuldan döndüğümde isteğimi
yineledim: "Ben yukarıya çıkacağım." Annem, yine "Hayır!"
dedi. Ben de: "Hayır" dedim. "Çıkacağım." Teyzem:
"Çıksın" dedi, "Ama girmesin, kapıdan baksın." Annem
boynunu büktü, ben de bu anlaşmaya uydum. Birlikte çıktık. Annem kapıyı açtı,
büyük yengem koşup beni öptü. Büyük bir yatak gördüm odanın ortasında, ondan da
büyük bir yorgan, başka bir şey görmemiştim.
Büyük dayım o denli küçülmüş müydü ki göze
görünmez olmuştu? Şaşkın, onulmaz bir yıkımla aşağıya indim. O akşam büyük
doktor da geldi. Küçük dayım bir taksiyle gidip almıştı onu, şimdi elinde
çantasıyla kapıdan giriyordu. Hastayı gördükten sonra hasta sahibiyle kısa
konuştu, azıcık umudu da birlikte götürdü.
O geceyi izleyen günlerde birkaç akrabamız
geldi, hastayı gördükten sonra bizimkilerle aralarında kısa konuşmalar oldu,
annemle teyzem:
"Umudumuzu tümden yitirdik"
dediklerinde onlar gözlerini duvarlara saklayarak: "Nasıl söz o? Dağlara
taşlara!" diye karşılık veriyorlardı. Bu son doktorun gelmesinden sonra
umut yitince evin içinde daha doğal rüzgârlar esti, esebildiğince. En dayanıklı
görüneni de büyükannem oldu. Yaşlıların bu türden yıkımlara gençlere göre
bağışık olduklarını bilmiyordum o zamanlar, çok şaşırmıştım.
Birkaç hafta hızla geçti. Bir gün okuldan
döndüğümde o gece benim bir akraba evinde kalmam gerektiği söylendi bana, bir
sokak ötedeki dört erkek kardeşin de arkadaşım olduğu bir eve gönderildim.
Onlardan biri de o karlı kışta sırtına binerek ilk yazı kutladığım çocuktu.
Beni oyalamaya çalıştılar. Geç vakit yağmur yağdı, üşüdüğümü söyledim. Sac
sobayı yaktılar, çok hoşuma gitti. Ertesi günü okul dönüşü yine o eve geldim.
Birkaç saat sonra evden haber geldi, beni çağırıyorlardı.
Gittim. Taşlıkta, aşağı katın
merdivenlerini ayıran camlı kapının önünde teyzemi gördüm. "Öldü mü?"
diye sordum. "Evet" dedi. Ölmüş, gömülmüştü bile. Kapıya tutunarak:
"Niçin öldü? Ben onu çok seviyordum" diye ağladım. Bütün odalar
taşarcasına kalabalıktı. Hiç kimsenin yüzüne bakmadım. Gözlerim tavana,
duvarlara, kapılara takılı kaldı. Evden ölü çıkınca ev biraz daha bizim
olmuştu.