Kış Adanın bir tarafında yerleşebilmek için
rüzgârlarını poyraz, yıldız poyraz, maystro, dramudana, gündoğusu, batı
karayel, karayel halinde seferber ettiği zaman; öteki yakada yaz, daha pılısını
pırtısını toplamamış, bir kenara oldukça mahzun bir göçmen gibi oturmuştur.
Gitmekle gitmemek arasında sallanır bir halde, elinde bir pasaport, çıkınında
üç beş altın, bekliyen bu güzel yüzlü göçmen tazeyi benden başka bu adada seven
hemen hiç kimse yoktur, diyebilirim —Övünmek için değil—.
Herkesin yeni başlayacak olan altı yedi aylık soğuk
hayata kendini şimdiden alıştırmak ve hazırlamak için bir şeyler yapmaya
çalıştığı öyle günlerde ben, tembelliğim, hep kaçanı kovalayan huyumla yaz’ın,
o güzel göçmenin peşine düşmüşümdür. Nerede yakalarsam orada kucaklarım onu.
Kimi bir çamın gölgesinde durgun ve güneşsizdir. Kimi bir çalılığın kenarındaki
çimenlikte bütün eski ihtişamiyle daha yeni başlamıştır.
Yazın daha parça parça, liyme liyme, bohça bohça
eşyalarıyle gitmek için fazla telâş etmediği Ada’nın bu yakasında hiç ev
yoktur. Yalnız bir tek kır kahvesi vardır.
Bir küçük koyun hemen beş on metre yukarısında bir
apartman terası kadar ufak bu kır kahvesinin tahta masaları üstünde hâlâ
karıncalar gezer. Hâlâ sinekler kahve fincanının etrafına konarlar. Bütün
sesler kesilmiştir. Kimi gökyüzünden bir uçak homurtusu gelir. İçindeki, şimdi
Yeşilköy’e şimdi Yeşilköye inecek yolcuları düşündüğüm yalnız bu yazıyı
yazarken oldu. Ondan evvel de uçaklar geçmişti. Ama, hiç içindeki yolcuların
Yeşilköye neredeyse ineceklerini, daha daha şu iki satırın sonunda inmiş bile
olduklarını düşünmemiştim.
Kahvecinin kendisi sevimsiz bir adamdır. Kahveciden
çok, ters bir devlet memuru hüviyeti taşır. Hastalıklı olmasa, doktorlar fazla
yorulmamasını sağlık vermemiş olsalar, dünyada kahveci olmazdı. Tersine, ben
bütün ömrümce iyi bir kahve bulamadığım için kahveci olamamışımdır. Bir kır
kahvesi, bir köyün kahvesinin üç beş gediklisi.. Bundan güzel bir ömür mü olur,
elli altmış senelik yaşama bundan güzel başlar ve biter mi?
Ağaçtan ağaca serilmiş beyaz çamaşırlar bu kadar
durgun, güneşsiz, ıslak bir şekilde ılık havada hiç kurumayacaklar. Bu kedi,
tahta masanın üstüne çıkmış, köpeğime durmadan homurdanacak mı? Sandalyenin
üstündeki vişneçürüğü rengindeki delik çoraplar... Asmanın yaprakları daha
yemyeşil. Bizim bahçedeki kurudu bile.
Deniz. Bozburun’a doğru başını almış gidiyor.
Uzaklarda görünen, İstanbulun neresi kim bilir? Sesler neden gelmiyor?
Bir başka uçağın sesi gelmeye başladı. Bizim Ada,
uçakların üstünden geçtikleri bir yol güzergâhı olmalı ki hep ya üstümden, ya
solumdan geçip gidiyorlar. Kedi sustu. Köpeğim gözünü kapadı. Karga sesleri
geliyor şimdi de. Vaktiyle bu adaya bu zamanda kuşlar uğrardı. Cıvıl cıvıl
öterlerdi. Küme kiime bir ağaçtan ötekine konarlardı.
İki senedir gelmiyorlar.
Belki geliyorlar da ben farkına varmıyorum.
Sonbahara doğru birtakım insanların çoluk çocuk
ellerinde bir kafes, Adanın tek tepesine doğru gittiklerini görürdüm. İçim cız
ederdi.
Büyüklerin ellerinde birbirine yapışmış pislik renginde
acaip çomaklar vardı.
Bunlarla bir yeşil meydanın kenarına varır, bunları
bir ufacık ağacın altına çığırtkan kafesiyle bırakırlar, ağacın her dalına
ökseleri bağlarlardı. Hür kuşlar, kafesteki çığırtkan kuşun feryadına, dostluk,
arkadaşlık,yalnızlık sesine doğru bir küme gelirler. Çayırlıkta bir başka
ağacın gölgesinde birikmiş çoluklu çocuklu kocaman herifler bir müddet
bekleşirler. Sonra kuşların üşüştüğü ağaca doğru yavaş yavaş yürürlerdi.
Ökselerden kurtulmuş dört beş kuş, bir başka ökseye doğru şimdilik uçup
giderken birer damlacık etleriyle birer tabiat harikası olan kuşları toplarlar,
hemen dişleriyle oracıkta boğarlardı. Ve hemen canlı canlı yolarlardı.
Hele bir tanesi vardı, bir tanesi. Çocukları bu işe
seferber eden de oydu. Ökseleri cumartesi gecesinden hazırlayan da...
Konstantin isminde bir herifti, Galatada bir
yazıhanesi vardı. Zahire tüccarıydı. Kalın, tüylü bilekleri, geniş göğsü,
delikleri kapanıp açılan üstü kara kara benekli bir burnu, deriyi yırtmış da
fırlamış gibi saçları, kısa kısa bir yürümesi, kalın kalın bir gülmesi... O
esmerle sarışın arası isketelerin bir damlacık etlerinden yapacağı pilâvın
hazziyle pırıl pırıl yanan krom dişleriyle nasıl koparırdı kuşun imiğini, bir
görseydiniz...
Hani sessiz, zenginiğini belli etmez, mütevazı adamdı
da.. Konu komşusu da severdi hani. Hiç bir şeye, hiç bir dedikoduya karışmazdı.
Sabahleyin işine kısa kısa adımlarla koşarken, akşam filesini doldurmuş
vapurdan çıkarken görseniz iriliğine, sallapatiliğine, Ka ramanlı ağzı
konuşuşuna, basit ama, hesaplı fikirlerine, iki kadeh atmışsa yine basit,
sevimli şakalarına karşı hakkında kötü bir hüküm de veremezdiniz..
Kendi halinde, işi yolunda, hesaplı yaşayan binbir
tanesinden bir tanesiydi.
Ama, güz mevsiminde birdenbire canavar kesilirdi.
Akşam beş otuz beş vapurunun arka tarafında yerleştiği iskemlesinde denizin
üstüne oldukça mülâyim bakan gözlerini havaya kaldırır, eylül sonlarına doğru
böyle şairane gökyüzüne bakardı. Birden yüzünün ve gözlerinin parladığını
görürdünüz.
Havada ve denizdeki tirşe maviliğin üstünde bir takım
esmer damlacıklar görünürdü. Sağa sola oynarlar, sonra bir istikamet tutturur,
bu esmer lekecikler geçip giderlerdi.
Konstantin Efendi, onların çok uzaktan geçtiklerini
görebilirdi. Gözlerini kısardı. Esmer lekelerin adalar istikametinde
gittiklerini görür, etrafına bakar, bir tanıdık görecek olursa gözünü kırpar,
gökyüzüne bir işaret çakar:
— Bizim pilâvlıklar geldi, derdi.
Kuşlar pek yakından geçmiş se, seslerini taklit ederek
kalın dudaklariyle dişlerinin arasından onlara seslenirdi. Kuşların çoğunca aldandıklarına,
bu sesi duyarak, dost sesi sanıp vapur etrafında bir dönüp uzaklaştıklarına
şahit olmuşumdur.
Havalar sertleşir, poyrazlar, lodoslar birbirini
kovalar, günün birinde teşrinlerin sonlarına doğru ılık, hiç rüzgârsız, parça
parça oynamıyan bulutlu, tatlı, sümbülî günlerde o en çığırtkan kafes kuşunu
nereden bulursa bulur, mahalle çocuklarını çağırtır; bin tanesi 250 gram et
vermiyen sakaları, isketeleri, floryaları, aralarına karışmış serçeleri
gökyüzünden birer birer toplardı.
Seneler var ki kuşlar gelmiyor. Daha doğrusu ben
göremiyorum. Güzün o güzel günlerini penceremden görür görmez Konstantin
Efendinin bulunabileceği sırtları hesaplayarak yollara çıkıyorum. Bir kuş
cıvıltısı duysam kanım donuyor, yüreğim atmıyor. Halbuki sonbahar kocayemişleri,
beyaz esmer bulutları, yakmıyan güneşi, durgun maviliği, bol yeşiliyle kuşlarla
beraber olunca insana sulh, şiir, şair, edebiyat, resim, musiki, mesut
insanlarla dolu anlaşmış, sevişmiş, açsız, hırssız bir dünya düşündürüyor.
Her memlekette kıra çıkan her insan kuş sesleriyle
böyle şeyler düşünecektir. Konstantin Efendi mani oluyor. Zaten kuşlar da pek
gelmiyorlar artık. Belki birkaç seneye kadar nesilleri de tükenecek. Her
memlekette kaç tane Konstantin Efendi var kim bilir. Kuşlardan sonra şimdi de milletin
yeşilliğine musallat olurdular. Geçen gün yol kenarlarındaki yeşilliklere
basmaya kıyamıyarak yola çıkmıştım. Konstantin Efendinin günlerinden bir gündü.
Gökte hiç kuş gözükmüyordu. Evden çıkarken isketemin kafesine bir incir
yapıştırdım. İsketem tek gözünü verip bana dostlukla bakmış, incir çekirdeğini
kırmaya çalışıyordu.
Onu ev duvarının bir kenarına çaktığım çiviye asmış,
yola çıkmıştım. Kuşlar yoktu şimdi havada ama, yolun kenarında yeşillikler
vardı ya... Baktım: Bu yeşilliklerin bâzı yerleri sökülmüş, biraz ileride dört
çocuğa rastladım. Yürüyorlar. Yeşilliklerin en güzel yerinde duruyor, bir
kaldırım taşı kadar büyük bir parçayı belle söküyorlar, bir çuvala dol
duruyorlardı:
— Ne yapıyorsunuz, yahu? dedim.
— Sana ne? dediler. Fıkara, üstleri yırtık pırtık
yavrulardı.
— Canım, neden söküyorsunuz? dedim.
— Mühendis Ahmet Bey söktürüyor.
— Ne yapacak bunları?
— Yukarıda deri tüccarı Hollandalı var ya, hani onun
bahçesini düzeltiyorlar da...
— İngiliz çimi alsın, eksin, mademki herif zengin..
— İngiliz çimiyle bu bir mi?
— Bu daha mı iyi?
— İyi de lâf mı?
Bunun üstüne çimen mi olur? Hollandalı öyle demiş
Karakola koştum. Polislere haber verdim. Gûya menettiler. Gizli gizli yine
çimenler yer yer söküldü. Mühendis Ahmet Beye ceza bile kesilmedi. Belediye
talimatnamesinde yol kenarlarındaki çimenleri sökmek, cezayı mucip olmuyormuş.
Kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur
içinde kaldı.
Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde
güz mevsiminde artık esmer lekeler göremiyeceksiniz. Günün birinde yol
kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremiyeceksiniz. Bizim
için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri
çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.
(Yazarın 1952’de yayınlanan «Son Kuşlar» adlı hikâye
kitabından)