Peygamber-i Ekber bir hadîs-i nebevîlerinde
buyuruyorlar ki, “Önce selâm, sonra kelâm”. Önce sizi selâmlıyorum. Yine
Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki bir hadîs-i nebevilerinde, “Önce refîk, sonra
tarîk”. Önce yolda yoldaş, sonra yol.
Dostluk üzerine konuşmak gibi, hiç mu’tâdım değil
konuşmak. Elli üç yaşındayım. Kırk senedir söz orucu tutuyorum. En az yirmi
senedir, yirmi beş senedir yazı orucu tutuyorum. Ne yazarım, ne çizerim. Zaten
okur-yazar takımından da değilim. Ama bu sözleri size sanki bir vedâ gibi,
sanki son sözlerim gibi… “Hâl sârîdir” buyurulmuştur. Maraz da sârîdir. Dilerim
ve umarım ki, benim marazım sârî olmasın ve burada şevk sârî olsun, cezbe sârî
olsun ve aşk sârî olsun.
Tabiî, ezelde aşk vardı. “Levlâke levlâke lemâ
halaktü’l-eflâk”de kâinâtın aşk için halk edildiği meydanda. Onu… Eşrefoğlu
diyor ki:
Yoğ idi levh ü kalem, aşk var idi
Âşık u ma’şûk u aşk bir yâr idi
Âşık u ma’şûk u aşk bir yâr iken
Cebrâil ol arada ağyâr idi
Cebrâil, Cibrîl-i Emîn, Nâmûs-ı Ekber ol arada ağyâr
idi, der. Demek ki, kâinât, eflâk aşk üzere, dostluk üzere halkedilmiştir.
Size bazı dostluk, remzî de olsa bazı dostluk
hikâyeleri anlatmak isterim. Bu hikâyeler hakîkatın ta kendisidir. Dost
ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i
Ekber’in yatağında yatar, O’na Şâh-ı Velâyet denir. Dost ol kişidir ki, Yâr-ı
Gâr’dır. Kucağında, mübârek bir emânet vardır. Bütün delikleri elbisesinden
muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübârek
emânet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebû-Bekr’i yılan
sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü
ile orayı tıkayandır.
Her şey gönülde cereyan ediyor. Ve
insanlar, biz zannediyoruz ki, hâl-i cimâ’dan doğuruyorlar. İnsanlar hâl-i
cimâ’dan doğmuyorlar. İnsanları gönül döllüyor. Gönül çocukları onun için ayrı
oluyor. Ve gönül çocuklarının çoğu onun için “yol evlâdı” oluyor, “bel evlâdı”
olmuyor. Tasavvufta, yol oğlu olmak, bel oğlu olmaktan; yol evlâdı olmak, bel
evlâdı olmaktan onun için mukaddemdir.
Benim, size, bir mübârek söz gibi arz edeceğim bir
husus yok. Her şey söylenmiştir. Kur’ân-ı Mecîd’de söylenmiştir, Kelâm-ı
Kadîm’de söylenmiştir. Peygamber-i Ekber Hadîs-i Şerîflerde söylemişlerdir;
tefhîm edilmiştir, teklîmi Peygamber-i Ekber’dendir. Tefhîmi ilâhîdir, teklîmi
de ilâhîdir; tefhîmi Rabb’dandır, teklîmi Peygamber-i Ekber’dendir, Levlâke
Sırrının Mazharı’ndandır. Her şey söylenmiştir.
Türkiye’deki yanlışlık tenkid fikrinden başlıyor.
Yanlışlık dost olmamak, fikre dost olmamak… İnsana dost olmak, fikre dost
olmak, coğrafyaya dost olmak, tarihe dost olmak, kendi vücûduna dost olmak,
komşuya dost olmak, gibi kademe kademe, ama entegre bir bütün içinde bütün
dostluklar söylenmeye mecbûrdur. Bütün dostluklar söylenmelidir. Ama fikre dost
olmak, İslâm’da tenkidi mümkün kılmıyor. Tenkid İslam’da yok. İslâm, Mübelliğ-i
Hakîkî’ye imtisâlen -ki Mübelliğ-i Hakîkî Peygamberlerin Peygamberi, Peygamberlerin
İmâmı olan, Levlâke Sırrının Mazharı olan Zât-ı Akdes’dir- tenkid yok; ama
O’nun tebliği var. İslâm onun için tenkid üzere değildir; İslâm tebliğ
üzeredir. Biz şimdiye kadar… Bizim son zamanlarda çektiğimiz, tenkid
ile vakit geçirmiş olmamızdandır. Meseleyi bir disiplin üzere, meseleyi bir
nizâm üzere ortaya koymuş olamamanın hicâbıdır bu. Meseleyi bu şekilde va’z
etseydik… Tenkidle vakit geçireceğimiz yerde tebliğ vazifesini yüklenseydik, o
zaman dünya, ki yaşama sevincini yitirmemek gerekir; “Dünya bir cenâbetin
elinden bir cenâbetin eline geçen hamam tasıdır” dense bile, dünya yaşanmaya
değer. Ve Bedri Rahmi doğru söylüyor tabiî, tasavvufla hiç alâkası olmadığı
halde bir şair hassasiyetiyle “Dünya, kiri ile pası ile sevmeye değer”. Batı
adamınındır bunalım. Fikre dostluk, nasıl fikre dostluk tebliğ ile başlıyorsa…
Mü’min kişi, yerinmenin ve sevinmenin ötesindedir.
Mü’min kişi yerinmez ve sevinmez, çünkü gerçekçidir. Sarîh, Kur’ân-ı Kerîm,
Kur’ân-ı Mecîd, Kelâm-ı Hakîkî. Mü’min kişi zann üzere değildir. Zannın
büyüğünden de küçüğünden de sakınmıştır. Hırs-ı mâl, hırs-ı câh üzere
değildir. Tûl-i emel sahibi değildir. Hayâlperest değildir. Mâl ve mevkî
hırsından âzâdedir. Zannın büyüğünden ve küçüğünden nefsini berî kılmıştır.
Zaten nefsi yoktur. İzzet-i insânı ve izzet-i İslâm'ı vardır. Nefsin izzeti
olmaz. İzzet-i insânı ve izzet-i İslâm’ı vardır. İzzet buna râci’dir.
(Yeni gelen arkadaşlarımı da selâmlarım. Peygamber-i
Ekber, “Önce selâm, sonra kelam” buyuruyorlar, “Önce refîk, sonra tarîk”
buyuruyorlar. Ben bu yeni gelen arkadaşlarımı da selâmlarım. Selâm veriyorlar
bana, mukabele ederim. Daha mergubu ile, daha güzeli ile, daha izzetlisi ile de
yine onların selâmlarına mukabele ederim.)
Şimdi, Batı adamınındır bunalım, diyorum. Doğu
adamının, gerçek mü’min ve muvahhid kişinin bunalımı olmaz, diyorum. Ve bunu
şiir yazan, hikâye yazan, roman yazan dostlarıma da her zaman bıkıp usanmadan
söylüyorum. Ben hayatın cezbe ve şevk üzerine binâ edildiğine kailim. Hani ilk
defa Kelime-i Şehâdet getiriyor gibi getirmedikçe, Kelime-i Şehâdet olmaz. İlk
defa âşık oluyor gibidir, ilk defa yürek çarpmışa dönüyor gibidir. İlk defa
şevk içindedir, vecd içindedir, istiğrâk halindedir ve aşk-ı ilâhîde
müstağraktır. Onun için… biz müstağrâk adamlara pek tahammül edemiyoruz.
Bu makam-ı temkîn ayrı şey, makam-ı telvîn ayrı
şeydir. Buradaki cezbe, buradaki istiğrâk, buradaki müstağrâk oluş makam-ı
telvîn üzeredir. Yoksa, Peygamber-i Ekber her şeyi gördü, hiç birinde renkten
renge girmedi; yalnız Makâm-ı Ahmediyyet’de idi, Makâm-ı Ahadiyyet’de idi; onun
için, O temkîn sahibidir. Mûsâ, O da ulü’lazm peygamber, hem risâleti var hem
nübüvveti var ama makam-ı telvînde olduğu için, bir yerde Peygamber-i Ekber’in,
Peygamberlerin Peygamberi’nin, Peygamberlerin İmâmı’nın makamını hâiz olamadı.
Yani aşk diyorum. Yani… Bunalıma gelince, biraz önceki
sözümü itmâm edeyim. Batı adamının bunalımı çok tabiîdir, muallâktadır. Doğu
adamı yerinmez ve sevinmez, çünkü dünyada yerinilecek ve sevinilecek bir şey
yoktur. Ve bizim hüznümüz Allah’adır. Biz durup dururken, kendi
kendimize, kendi nefsânî oyunlarımız için, şehevâtımız için mahzun olmayız.
Bizim olsa olsa… Peygamber-i Ekber müddet-i ömründe, Devr-i Saâdet’de
gülmediler, hele ağız dolusu hiç gülmediler; gülümserlerdi.
Yine insanoğlu, Peygamber-i Ekber’e ittibâen ve
inkıyâden Hakk’ın ayâli olan halka hizmet için mükelleftir. Peygamber-i Ekber
geceleri Hakk’a âid idi, teheccüdle; gündüzleri tebliğ ile halka âid idi.
Tebliğ gündüz ve gece duraksızdı, ayrı. Gece ile gündüz bu mânâda tefrîk
edilmez; gece ile gündüz ancak birbirini itmâm eder, ancak birbirini tamamlar.
Yalnız buradaki Hakk’a âidiyetle halka âidiyet, Hakk ve halk tefrîkini ortadan
kaldırmak ve halka hizmette ibâdet neşvesi duymak gibi, yine burada da halka
dostluk var.
Fikre dostluk, tebliğe dostluk… Düşmanlık yok. Tenkide
düşmanlık mânâsına söylemiyorum. Hiçbir şeye düşmanlık söylemeyeceğim. Hiçbir
şeye düşman olunmaz. Dostlukları, insanlar ayırırlar. Karşımızdakiler düşman
olup olmamakta muhtârdırlar. Her sabah evinizden, Allah’a ev halkını, hâne
halkını ısmarlayarak çıkınız. Onlar size “güle güle” deyip dememekte
muhtârdırlar. Hâne halkına yaptığınızı, gayrı olmayan halka da yapınız. Yine,
herkese, her zaman…
(Teşekkür ederim, bu yeni gelen arkadaşlarımı da
selâmlarım. Yine “Önce selâm, sonra kelâm” derim; yine “Önce refîk, sonra
tarîk” derim ve Allah’ın selâmı üzerlerine olsun derim; ve görüneni,
görünmeyeni selâmlarım; ve evveli ve âhiri ve zâhiri ve bâtını ve Sâhib-i
Hakîkî’yi selâmlarım; Ricâlü’l-Gayb’ı selâmlarım; ve selâmlarım, ve selâmlarım,
ve selâmlarım. Sizi yeniden yormamak için bu selâmları mükerreren arzetmiyorum;
mükerreren arzetmiyorum, mükerreren arzında fâide olduğu halde. Mükerreren arzı
bize şevk ve cezbe vereceği halde, bizi müstağrâk kılacağı halde edeb ediyorum,
hayâ ediyorum. Belki acaba bu selâmda da, bu coşkunlukta da nefs var mı, diye
edeb ediyorum; ondan imtinâ etmek istiyorum, ondan hayâ ediyorum. Onun için
burada birinci selâmımla iktifâ ediyorum. Son selâmı söyleyeceğiz “Nefesler
pâyende ola” diye; o da bir nevi son selâm olacak.)
Tabiî, insan fikre dost olunca tarihe, coğrafyaya,
ormana da dost olur, ağaca da dost olur. Orman Fakültesi talebelerinin önünde Yaşar Kemal yürüyor,
görüyorsunuz. Ve Orman Fakültesi talebeleri yürüyorlar bu stepte, bu bozkır
Anadolu’da. Peygamber-i Ekber bir hadîs-i nebevîlerinde fem-i saâdetlerinden
buyuruyorlar, “Kıyâmet alâmetleri belirse, kıyâmet ân meselesi hâline gelse,
elinizde bir ağaç fidanı varsa önce onu dikiniz ve sonra kıyâmete
hazırlanınız.” Orman… Orman için, ormana destan düzmek için, ormana övgü için,
ormanı kutsallaştırmak için, ağacı kutsallaştırmak için, ağaca orman
fakültelerinin üstünde orman fakültelerinin estetiğini vermek için, orman
fakültelerine cezbe vermek için, bu memleketin insanına yeni bir şevk, yeni bir
koşu, yeni bir emânet, yeni bir bayrak koşusu vermek için bu hadîs-i nebevîden
hareket etmek kâfidir.
Komşuya dost! Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki, “Bana
komşu hakkından öylesine bahsedildi ki, komşunun komşudan mîrâs yiyeceğini
zannettim”. Kurda kuşa dost! Görünene, görünmeyene dost! Her ân kendi raksı
üzerine olan madde zannettiklerimize dost! Yani… “Beni Allah te’dîb etti, onun
için edeb-i ilâhî ile müeddebim” diyor Peygamber-i Ekber. Bir hadîs-i
kudsîlerinde de, “Allah’ın ahlâkı ile tahalluk ediniz” diyor. Allah’laşınız
gibi bir şey. Sanki, Allah’laşınız, diyor.
Ömerü’l Halvetî Azîz, Türbedâr Ahmet Amiş Efendi
Hazretlerine, “Ubûdiyyetiniz rubûbiyyetinizi, rubûbiyyetiniz ubûdiyyetinizi
tecâvüz etmesin.” buyurmuşlar. Ulûhiyyet tarzında biliyordum, huzûr-ı
ulyâlarınıza gelirken öğrendim ki, rubûbiyyetmiş. Çok fark var aralarında,
ulûhiyyetle rubûbiyyet arasında çok fark var. İbrâhîm’in İsmâil’i durumunda
olan bir mübârek zât, boynu ile “Evet, öyledir” diyor, İsmâil Hakkı Bey.
İbrâhîm’in… “İbrâhîm, içimdeki putları devir” İbrâhîm’inin,
“ibrâhimüyyü’l-meşreb olunuz.”, “Duânın iyisi Fâtiha-yı Şerîfe’den ibârettir.”
denilen İbrâhim’in İsmâil’i öyle diyor; o da tasdîk ediyor. Öyle imiş.
Tabiî, orman dedik, komşu dedik… Ana toprak diyelim
isterseniz, çünkü gök yağmurla, rahmet-i ilâhîyle ana toprağı döllüyor. Azîz
olan ana toprak; döllenen ana toprak; gizleyen ana toprak, settarü’l-uyûb olan
kendisinden aksi gibi, simgesi gibi ana toprak…
Burada bir husûsu arzedeyim. Bu büyük Osmanoğlu, bu
efsanevî Osmanoğlu, bu İ’lâ-yi Kelimetullah üzere halkedilmiş olan Osmanoğlu…
İ’lâ-yi Kelimetullah kendisine verilmiş olan Osmanoğlu, ve alınmamış olan
Osmanoğlu… Verilmiş de alınmış değil; buna bilhâssa işâret ederim. Aklımızı
başımıza devşirelim; bu emânet onlara verilmiş fakat alınmamıştır. Bunu
gönlünüze nakşediniz. Gönlünüze menkuş hâle getiriniz. Bu emânet verilmiştir,
alınmamıştır. Min tarafillah’dır. Min tarafillah kaldırılabilir. Min tarafillah
kaldırıldığına dâir bir işâret yok. Bu Osmanoğlu’na çok ihânet edilmiş. Âl-i
Osman yerine Âl-i Midhat kurmak istemişler. “Niye Âl-i Midhat olmasın” demiş.
Âl-i Midhat olsun diyen, Rumelihisarı’ndan bir misyonun hem de bir Bektâşî
Tekkesi toprağından, ama Türklerin girdiği yerden şehre girmesini istemiş;
bayrağa haç koymuş. Bakınız kitaplara, bilhâssa son devrin ciddî kitaplarına
bakınız. Büyük Reşid Paşa’dan, -beyefendiler ve hanımefendiler-, Büyük Reşid
Paşa’dan Bülent Ecevit’e kadar gelen ihânet çizgisini iyi bilmezseniz tarihe de
dost olamazsınız. Büyük Reşid Paşa’dan, Âl-i Midhat’ı yapmak isteyen Midhat
Paşa’dan, Carbonari Cem’iyyetlerinin ilk nizâmnâmelerini tercüme eden Ziyâ
Paşa’dan, oğlu Ali Ekrem Bey’i sünnet ettirirken Cennetmekân Abdülhamîd
Han’dan, Hân-ı Mahlû’dan atiyye talebinde bulunan, hürriyet kahramanı
zannedilen, hâlâ –mekteplerin, edebiyat fakültelerinin hocaları burada- edebiyat
fakültelerinin resmî devlet şairi olan Nâmık Kemâl ve Fikret’i şimdi anlatmak
isterim size. Fikret’ten Bülent Ecevit’e kadar olan zevâtı –zevat-ı kirâm
demiyorum, onlar da küfür vazifelerini, nifâk vazifelerini yapmışlardır-
bilmezseniz tarihe de dost olamazsınız. Ali Suâvi kendisine, yanına, koynuna
verilen kadınla birlikte ajandır. Prens Sabahattin, Ermeni komitecileri ile
Paris toplantıları yapan, prens olmayan ama bir prensesin çocuğu olan, yani
eski Türk ahlâkına göre, töresine göre yabgu olan, ama kendisini prens olarak
takdim eden Prens Sebahattin… Edmond Demolins’in, yani “science sociale”i
[Fréderic Le Play’nin sosyoloji ekolünü] getirmek isteyen Prens Sebahattin’in
de Katolik Kilisesi’nin ajanı olduğuna ait vesikalar vardır. Katolik Kilisesi’nden
maaş almıştır. Eski Jön Türklerle bugünkü yeni Jön Türklerin arasında, ihânet
bakımından çok büyük bir fark olduğunu zannetmiyorum. Tarihe dost olunamadığı
için, tarihe dost olamadığımız için… Tarihe dost olacak kadar ciddî bir ilimle
ilimlenmediğimiz için, talib olmadığımız için ilim ve irfana, tarihe de, tarih
fikrine de dost değiliz.
Ağaca dost, komşuya dost, süflî olmayana dost….
Görüyorsunuz, tabîatde her şey yerli yerinde. Nasıl klasik medrese târifinde
Allah “ezdâdı câmi” ise, insan da ezdâdı câmi’dir. İnsanda da süflî yoktur.
İnsan bağırsaktan ibâret değildir. Bağırsak da insanda vardır. Ama insan
gönülden ibârettir. “Elem neşrah leke sadrek” diyor, “Biz Sen’in Sadr’ını
yarmadık mı, genişletmedik mi?” diyor, “Biz Sen’in Sadr’ını yarmadık mı, genişletmedik
mi?” Sizin sadrınız ne zaman yarılacak, ne zaman genişleyecek?
Size, coğrafyaya da dost olmadığımız için, Anadolu
Beylerbeyliğini de artık çok görüyorlar. Hânedân-ı Âl-i Osman’ın mülkünü,
particilik yaparak 1912’den 1920’ye kadar bitirdiniz. Eskiden vâlî
gönderdiğiniz yerlere şimdi sefîr-i kebîr gönderiyorsunuz. Son Bağdad
vâlîlerinden biri, Süleyman Nazif Bey; Vâlâ Nureddin Bey’in babası son Beyrut
vâlîlerinden Nureddin Bey. Bıraktığımız Beyrut’u görüyorsunuz. Bıraktığımız
Lübnan’ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye’yi görüyorsunuz. Bıraktığımız Irak’ı
görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye meydanda. “Fitnenin evveli Şam, âhiri Şam.”
Görüyorsunuz. Sefîr gönderiyorsunuz, utanmıyorsunuz. Çünkü kendinize de
dostluğunuz yok.
Uzuvlarımıza da dostluğumuz yok. Uzuvlarımıza
dostluğumuz olsa… “Dost yüzünü göremezsem bu gözlerim nemdir benim” diyor. Biz
dost yüzünü göremiyorsak gözlerimizin vazîfesi nedir? “Dilsizler haberini
kulaksız dinleyesi” diyor. “dilsizler haberini kulaksız dinleyesi” diyor;
kulağımıza dost değiliz. Gönlümüze dost değiliz. Gönlümüz Beytullah değil. Kan
deverân ettiren –ettiriyor mu ettirmiyor mu benimki, o da meçhul- bir uzuv. Biz
uzuvlarımızın da hakkını vermiyoruz. Çünkü kendimize dost değiliz.
Kendisine dost olmayanlar, gayrıya dost olamazlar.
Kendileri ile barışa varamayanlar, gayrı ile barışa varamazlar. Kaldı ki, savaş
yoktur. Dünya, dostluk üzere halk edilmiştir. Makâm-ı Mahmûdiyyet, Makâm-ı
Ahmediyyet ve hepsinin müncer olduğu Makâm-ı Ahadiyyet dostluk makamlarıdır.
Derece derece dostluk makamlarıdır. Ve Levlâke Sırrının Mazharı’na mevdû’dur.
Tarihe dost değiliz. Coğrafyaya da dost değiliz.
Coğrafyaya dost olmadığımızı göreceksiniz. Türkiye bir iç harbin eşiğindedir.
Bir doğu-batı meselesi çıkabilir. Anadolu Beylerbeyliğini bile size çok
görürler. Sonra, bu içinizdeki çocuklardan Batı Trakya’yı yahut Kırım’ı
kurtarmalarını ve belki orada yaşamak imkânımız olup olmadığını araştırmak gibi
bir gaflete düşeriz.
İnsanın uykuya sırt çevirmesi lâzım. Peygamber-i Ekber
uyumazlardı. Eğer Türkiye’de insanlar, Türk insanı, Müslüman insan, Millet-i
İslâmiyye’nin insanı, İslâm Milleti’nin insanı, yeniden bir “ba’sü
ba’de’l-mevt” sırrını yaşamak istiyorsa, onu ihyâ etmek istiyorsa, yeniden bir
ba’sü ba’de’l-mevt’e doğmak istiyorsa, uykuyu kaldırmalıdır. Uykuya düşman mı
olalım? Hayır! Uykuya dost olmayalım. Her şeye dost olalım, politikaya dost
olmayalım. Her şeye dost olalım, hırs-ı mâl ve hırs-ı câha dost olmayalım. Ben
parayı sol elleri ile tutanların destanımsı, mucizemsi hikâyeleri ile büyümüş
bir arkadaşınızım. “Feleğin kahpe başında paralansın parası”, “Ben güzel
sevmeye geldim, değil ekmek yemeye” diyor büyük Hazret-i Neyzen. Kaddesallahu
sırrâhul azîz, diyorum. Belki şaşıracaksınız bir şâribü’l-leyli ve’n-nehâr,
bedmest bir zât-ı âliye öyle diyorum. Öyle demenin, bu şekilde kendisini tekrîm
etmenin dahi gerçekte tekrîm mânâsının dışında kaldığına kailim; yetmiyor, bu
tekrîm ve bu takdîs dahi yetmiyor.
Kusura bakmayın, ben, mesleğinde konuşmak olan bir
arkadaşınız değilim. Biraz önce, pek muhterem ve muazzez Süleyman Bey,
“1948’de” dedi. Biraz sonra, “İlk geldiğiniz zaman”, Ergun Bey, “ilk geldiğiniz
zaman, Almanya’dan döndüğünüz zaman 1964’de konuşmuştunuz” dedi. Beni müsâmaha
ile karşılayın. Kelâmın hakkını veremiyor olabilirim. Kelâma saygısızlık
etmekten, Hakk beni vikaye buyursun. Himâyet-i Azîzân’a ilticâ ederim. Burada
bu itirâfımı da yapayım.
Mesleklere de dost olmak var. Büyük Osmanlı, kurduğu
fütüvvet düzeninde, bazı meslekleri fütüvvet düzeninin içine almamış.
Sayyâdları almamış, -avcıları-. Kassâbları almamış, -kasapları-. Her mahalleye
bir kasap lâzımdır beyefendiler, o siz olmayın. Kan dökücü olmayın. Maktûl
olun, katil olmayın. Mazlûm olun, zâlim olmayın. Size kassâb olmak, sayyâd
olmak, dellâk ve dellâl olmak yakışmaz. Dellâkler, vücudumuzdaki kiri önümüze
koyarlar, Allah’ın Settârü’l-Uyûb vasfını rencîde ederler. Dellâller, iki
kişinin mâbeyninde bir kişiyi iltizâm etmek durumunda kalırlar. Dellâl olmayın,
dellâk olmayın, kassâb olmayın, sayyâd-ı bî-insâf olmayın. Bazı mesleklerin de,
mesleklere sülûk da… Onlara düşmanlık ilân edilmemiş, cem’iyyette onların da
bir fonksiyonu var. Cem’iyyet, onları da bu edebin dışında olanlara bırakmış,
yahut bunu bilmeyenlere bırakmış. Buradaki cehl, cehl dolayısıyla makâm-ı
aftadır. Cehl bir nevi sebeb-i afdır. Seyr-i sülûkda, cehl, makâm-ı mâzeret
sebebi değildir. Öyleyse bazı mesleklere sülûk edemezsiniz. Bazı meslekler de
dost meslekler değildir.
Tarihe dost, kişinin kendi uzuvlarına dost, komşuya
dost, coğrafyaya dost ve bazı mesleklere dost! Öyle ise, öyleyse âdeta her şey
tanzîm edilmiş. Hani, çok açık tanzîm edilmiş. Ne güzel söylüyor onu, Melûl
Hoca, kendi melâli içinde, kendi rıfkı içinde. Kendisine karşı rıfk üzere
değildi de, gayrıya karşı, bu memleketin halkına karşı melâl üzere idi ve hakîkaten
melûl Meriç’di. Ne güzel söylüyor:
“Her dâveti hep mağfiret, âsâniyyet,
Marûf-ı safa, münker-i nefsâniyet,
Tahkîk ile bi’n-netice öğrendim ki,
İslâmiyyetle birdir insâniyet.”
Yine bunun şevkini de söylüyor:
“Her zerrede şevk-i sermediyyet görünür.
Mahz-ı ezelliyet ebediyyet görünür.
Dikkatle bakınca âlem-i hilkatte,
Mahbûbiyyet Muhammediyyet görünür.”
Beyefendiler, günâhlarınız bile şevk içinde olsun eğer
günâh işleyecekseniz. Şevki seçiniz. Aşkı seçiniz. Ben aşksız insanlar
görüyorum; huzur içinde uyuyorlar, gidiyorlar, gülüyorlar, vitrinlere
bakıyorlar; hâlâ büyük büyük pazarlıklar peşindeler, hâlâ büyük büyük ihâlelere
giriyorlar. Türkiye’nin içinde bulunduğu felâketi idrâk etmiyorlar, huzur
içindeler. Onun için onlara küsüm, onun için onlara kırgınım. Onun
için, kırgınlıkta bir feyz buluyorum. Çünkü, -vâ’d-i ilâhîde hulf yok, Allah
vâ’dinde sâdıkü’l-emîn olduğu için-, Allah diyor ki, “Gönlü kırık olanlarla
beraberim”. Onun için gönlüm kırık. Onun için gönlümdeki kırıklığı hiçbir şey,
hiçbir şevk, hiçbir neş’e bir mânâda tashîh etmiyor. Bir felâketin
eşiğindesiniz. Felâket mukadderdir, lâyetegayyer gibidir. Ola ki, kurbiyyeti
olan bir zât-ı akdes ilticâ ede. Yoksa muhakkakdır.
İnsan kendi kendisiyle dost olsa, insan kendi
kendisine karşı saygılı olsa, sâcid ile mescûd secdede bir olur, hâl-i tevhîdde
olur. İnsanın, biraz önce ubûdiyyet ve rubûbiyyet dengesi olarak söylediğimiz
insanın, kendi kendisini gözden geçirmesinin, kendi içine bakmasının, kendi
karanlığını kendi aydınlığı ile aydınlatmasının tek mihengi, tek ölçüsü,
secdede sâcid ile mescûdun ayniyeti, tevhîdî hâlidir. Onun için Şâh-ı Velâyet,
vücûdlarına saplanan okun secdede iken çıkarılmasını istediler.
Ben konuşmayı bilmediğim için, içimden geleni
söylemeye çalışıyorum. Akıl kutsaldır beyler. Dîn-i mübîn, akıl sâhiplerine
teklîf edilir. Dîn-i mübîn, şerîat-ı garâ, akıl sâhiblerinedir teklîf. Fakat
akıl akılsızlara gereklidir. Aklı olanlar, aşkı seçsinler ve aklı terketsinler.
Akla mâlik oldukları halde… Asıl saltanat, asıl saltanat-ı ilâhiyye mâlik
olduğu şeyi terketmektedir. Allah, hiç şüphesiz, her verdiği nimeti, hamde
vesîle olsun diye, nimetini üzerimizde görmek ister.
Size diyorum ki, tarihe dost… ama bir yerde diyeceğim
ki, ölüme dost olunuz. Âhiret dünyada başladığına göre, dünya ve âhiret tefrîki
bizim izâfî değerlerimiz olduğuna göre, biz dünya ve âhireti kendimiz tefrîk
ettiğimize göre, hadd-i zâtında kendisi bir olduğuna göre, Bir’de bir olduğuna
göre, ölüm ve yaşam diye iki ayrı şey olmadığına göre; o zaman, nasıl kendimize
dost olmak mecbûriyyetinde isek, ölüme de dost olmak mecbûriyyetindeyiz. Çünkü
ölüm, insana gözünün akının siyahına yakınlığından daha da yakındır.
Peygamber-i Ekber, “Ölüm, insana, gözünün akının siyahına olan yakınlığından
daha yakındır.” buyuruyorlar ve asıl daha güzeli, yine Peygamber-i Ekber
buyuruyorlar ki, “Ölüm, mü’minin tuhfe-i cânıdır”. Sâhib’ine, Rabb’ına canını
hediye etmesidir, tuhfedir.
Yaşama sevincini yitirmemek, amma hiçbir şeye
yerinmemek ve sevinmemek mesleki İslâm’ındır. Bunalım, Batı insanınındır. Batı
insanı zann ile melûftur. Batı insanı hayâlperesttir. Batı insanı tecessüs ile
ma’lûldür. Ve Batı insanı vehimlidir. Doğu insanı yerinmez ve sevinmez, tekrar
söylüyorum. Mecelle’de ne güzel, ne güzel bunlar anlatılmıştır, vehme itibâr
yoktur. Mecelle, bunu fevkâlade güzel, kendi izzeti içinde, kendi Kelâmullah’a
nisbeti içinde, Kur’ân-ı Mecîd’e nisbeti içinde vehme itibar olmadığını ve asıl
tam ta’rîfiyle tevehhüme itibar olmadığını bildirmiştir. Yine, zaten hatâsı
zâhir olan zanna da itibâr yoktur.
Şimdi bazı hukukî meseleler söylemek istemiyorum.
Hangi Marksist diyebilir ki, toprakta mâlikiyyet yoktur? Ben size, yine Kelâm-ı
Kadîm’e göre diyorum ki, toprakta mâlikiyyet olmaz. Toprağın, ancak topraktan
müteneffi olanlar –ve müteneffi olmak için de ona hizmet edenler, hâdim
olanlar, ancak ondan müteneffi olurlar. Ve buradaki sistem de çok âşikârdır.
Bunların bir disiplin içinde îzâhı artık gerekmektedir. Vakit gelmiştir.
Burada vakit için de bir şey söyleyeyim. Vakte de dost
olmak gerekir. Çünkü, beyefendiler, vakit de mahlûktur. Vakit de
halkedilmiştir. Vaktin de bir eceli vardır. İnsanın eceli gibi, vaktin de bir
eceli vardır. Ve vakit de mahlûktur. Şair doğru söylüyor, “vakit dar olsa
gerek” diyor. Vakit dardır. İnsan ömrü kısadır. Bu Osmanlı’dan kalan halk,
kendisini gözden geçirsin. Biz İ’lâ-yi Kelimetullah üzere Allah’ın
vazifelendirdiği halkın devamı mıyız? Yine kendimizi gözden geçirelim, biz
Hakk’ın ayâli olan halk mıyız? Biz Hakk’ın ayâli olan halk mıyız, kendimizi
gözden geçirelim. Yine kendimizi gözden geçirelim, Ensâr’dan mıyız,
Muhâcirîn’den miyiz? Hangi ahlâk ile, Allah’ın ahlâkı ile tahalluk etmiş miyiz?
Kim karşımızda Muhâcirîn’dendir, kim Ashâb ahlâkı ile ahlâklanmıştır, kim
Ensâr’dandır? Öyleyse oturup kendi kendimizi de… Başımızı ellerimizin arasına
alarak, her türlü silâhı terk ederek, “Ben nefsimi katlettim, hem şehîdim hem
gâzî” diyerek, cihâdın küçüğünden büyüğüne dönerek; “Ben nefsimi katlettim, hem
şehîdim hem gâzî”yim diyebilerek, bunu demenin iffetini yaşayarak, bunu
diyebilmenin temrînini icrâ ederek; kendimize karşı saygılı olarak; kendimize
karşı çok halîm, selîm ve kerîm olmadan gayrıya karşı çok halîm, selîm ve kerîm
olarak; gayrıya karşı rıfk ile, hilm ile; gayrıya asıl dost olarak, ama önce
kendimize dost olarak; tarihimize, coğrafyamıza, ağacımıza, komşumuza,
uzuvlarımıza, dişimize… Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki fem-i saâdetlerinden,
“Diş fırçalamak farz olacaktı.” Eğer Peygamber-i Ekber’in Ümmet’inden ağzında
dişi olmayanlar varsa, bir tanesi bile delikse, ağzı bomboşsa, onların Kelime-i
Şehâdet getirmekten adeta utanmaları gerekir. Hayâ sâhibi olmaları gerekir.
Dişimize bile saygıyı emrediyor, bütün uzuvlarımıza, sonra gönlümüze, sonra
insanımıza, sonra vakte… Yani dostluk.
Sözümüzün başına dönüyorum, yani aşk. “Aşk gelicek
cümle eksikler biter” dendiği doğrudur. İlmin kîl u kâl olduğu doğrudur. Çünkü
gerçek olan aşktır. Doğru söylüyor Eşrefoğlu, gayet tabiî Hakk kelâmı ediyor,
şiir yazmak gayreti içinde değil. Diyor ki, “Gökten belâ yağmur gibi yağsa /
Başını ana tutmaktır adı aşk”. Tabiî, Yunus doğru söylüyor, “Aşk gelicek cümle
eksikler biter” diyerek. Tabiî, bunlar doğru. Tabiî, biz meczubu yanlış
anlıyoruz. Biz istiğrâkı yanlış anlıyoruz. Biz aşkta müstağrâk olmayı yanlış
kıymetlendiriyoruz.
Ve Peygamber-i Ekber yine söylüyorlar… Bir zaman, bir
küçük çalışma yapıyordum. Okur-yazar olmamam buna mâni oldu. Bilemedim, emri
bilemedim, kıymetini bilemedim, kendimi bilemedim, kendime saygısızlık ettim.
Ama bu saygısızlık esnâsında Yunus’la meşgul oldum. Yunus’da kırka, elliye
yakın beyit ve mısrâ yakaladım. İlm-i hadîsde ileride değilim, ama gördüm ki,
Yunus’un çok sevilen mısrâları ve beyitleri hadîs tercümeleri. Peygamber-i
Ekber buyuruyorlar ki, “Sevdiklerinize sevginizi izhâr ediniz.” Yunus diyor ki,
“Sevdiğimi söylemezsem, sevmek derdi beni boğar.” Görüyorsunuz ki, hilkât
muhabbet üzere ve aşk üzere halkedilmiş.
Benim size emânet sözüm yok. Dost ol kişidir ki… Şimdi
emânetimi geri alıyorum. Bu kadar emânet diye konuştuktan sonra, şimdi kendimi
geri alıyorum. Ben de size emânetim. Söz kalsın ve devam etsin. İbtidâ’da kelâm
vardı tabiî. Biz, kelâmı selâm ile itmâm ettik. Selâmdan başladık, kelâmı
tüketiyorum. Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede
Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar, Şâh-ı Velâyet’tir. Dost ol kişidir ki,
mağara arkadaşıdır, Yâr-ı Gâr’dır, Ebû Bekr’dir. Ve bütün delikleri tıkadıktan
sonra, yılanın gelmesi muhtemel son deliği tabanı ile tıkar ve oradan O’nu
yılan ısırır.
Bir vakittir… Bir vakittir diyerek size bu mânâda da
bir şey söylemeyeyim. Yalnız yine dostluk için, hani “Susayınca çağıldak sesi”
diyor, “Kara ekmeğimin akça mayası” diyor. Size bir dostluk şiiri okuyarak,
bana hakkınızı helâl etmenizi taleb edeyim. Diyor ki:
Dost, dost diye deli derviş gezdiğim,
Bir ağladığım, bir güleyazdığım,
Adını dağa taşa kazıdığım
Benim bir tanem dost, gözümün nuru!
Tutmaz elim, topal ayağım uğru,
Amansız kara bahtımdan ötürü
Kan ter dolandığım yollar gölgesi.
Kara ekmeğimin akça mayası,
Susayınca çağıldak sular sesi,
Biraz sonra diyecek ki, “Gözyaşımı gözden gizli
silenim”. “Susayınca çağıldak sular sesi”, “Kara ekmeğimin akça mayası.” Şiire
dönüyorum:
Ay aydınlığım, gün ışığım, canım,
Bayramım, bolluğum, yemişim, yenim,
Gözyaşımı gözden gizli silenim!
Pek garipçe kaldım köyümde, ıssız,
Otsuz, ocaksız, akılsız, ayvazsız.
İki elin kanda olsa, durma, tez
Dağ başını duman almadan beri,
Eyüb sabrım, eyi düşlerim yoru,
Yet bu yana! Avarayım, yet, yürü!
Ahmet Muhip Dranas
Eyi düşlerimin yorumu, kara ekmeğimin akça mayası,
susayınca çağıldak sular sesi… Dost budur. Hakk dost!
Şimdi, bir şey daha, bir emânet daha söyleyeyim. Hep
cezbeden, aşktan bahsettim. Fakat size ehl-i aşk için de bir hadîs-i nebevî
söyleyeceğim. Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki, “Ehl-i aşk ile meşveret
eylemeyiniz.” Onlar ehl-i temkîn değillerdir. “Ehl-i aşk ile meşveret
eylemeyiniz. Zira onların kalpleri muhterik, akılları maslûb olduğundan re’y-i
tedbîrleri olmaz.”
Ve kelâm, ölüme dostluğa kadar kelâm burada tükeniyor.
Kelâmı tükettim. Yine selâma dönmüş oldum. Ve size diyorum ki, gözü ışımış
olun. Çünkü sabah oluyor. Şeb-i yeldâdan geçtik, küfür bitti. Küfür bir zatta
kemâlini bulmuştu, bitti. Şimdi onun önünde duruyorlar, şimdi putperestliği
onun önünde icrâ ediyorlar. Nifâk bir zatta idi, o da bitti. Riyâ devrini
geçiyoruz beyler. Hiçbir tünel ebedî değildir; ebedî olursa adına tünel denmez.
Hiçbir tünel ebedî değildir. Ve Yahya Kemal Bey yanlış söylüyor, “İmân bir şevk
olan zamanlar geçti” diyor. Geçmemiştir. İmân bir şevk olan zaman tekrar
gelmiştir. Ebedîdir. Her zaman öyledir. Her zaman imân bir şevktir. O zaman
geçmemiştir. Onun vakt-i eceli… Hani, onun vakti henüz ecelsizdir; sonunda
mukadderdir o. Son sözüm: “Nefesler pâyende ola. Demler, safâlar müzdâd ola. Kulûb-ı
âşıkan küşâde ola…”
Bana hakkınızı helâl ediniz.
Fethi
Gemuhluoğlu, Dostluk Üzerine, İstanbul Yayınları (2001), s.
9-26.