Şemseddin
Sivasi hazretleri, şimdiki Tokat iline bağlı Zile kazasında dünyaya gelmiştir.
Esmer oluşundan dolayı kendisine Kara Şemsi veya Kara Şemseddin de denilmiş,
doğum tarihi hakkında değişik görüşler bulunmaktadır. Hocazade Hilmî Ziyaret-i
Evliyâ isimli eserinde doğum tarihi olarak 928 (1521 -1522) yılını veriyorsa
da, Halveti Şeyhlerine dair güvenilir bilgileri Hediyyetü’l-İhvân adlı
kitabında toplayan Nazmî Muhammed, onun 926 (1520) yılında doğduğunu
bildirmektedir. Abdülbaki Gölpınarlı, İslam Ansiklopedisi’ndeki Şemsiya
maddesinde onun Nakd-i Hâtır’ını 1003 (1594) yılında yazdığını ve eserde
yetmişini aştığını belirttiğini göz önüne alarak onun 926 (1520) senesinde
doğmuş olabileceği fikrini kabul etmektedir.
Türk-Islam
târihindeki meshur üç Sems’ten birisidir. Bunlardan birincisi Mevlâna
Celâleddin-i Rûmi’nin hocasi olan Sems-i Tebrizi, ikincisi Istanbul’un fethinde
Fatih Sultan Mehmed Hanin yaninda bulunan Aksemseddin, üçüncüsü de III. Mehmed
Han ile birlikte Egri Seferine katilan Kara Sems’tir. Üçü de yüksek dereceler
sahibidir.
Kara Şems
yedi yaşındayken, Amasya’da bulunan Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Hacı Hıdır’ın
sohbetleriyle şereflenip elini öptü. Bu ziyâreti, talebelerinden Receb Efendi
şöyle nakleder: “Hocam Kara Şems anlattı: “Babam Ebü’l-Berekât Muhammed Efendi,
Amasya’deki Habîb Karâmânî hazretlerinin halîfesi olan ma’rifetler ve
kerâmetler sahibi Hacı Hıdır’ın talebelerinden idi. Bu fakîr yedi yaşında iken,
babam anneme; “Oğlum Ahmed’i şeyhime götürmek istiyorum. Yolculuk için azık ve
şeyhime götürebileceğim hediye hazırla” dedi. Hazırlık yapıldıktan sonra bir
kış günü babamla birlikte Zile’den Amasya’ya vardık. Hacı Hıdır’ın huzûruyla
şereflenip ellerini öptük. Hacı Hıdır: “Böyle kış günlerinde bu ma’sûmu
(günahsızı) ne diye getirdin?” buyurunca, babam da; “Nazarınıza muhâtab olmak,
şerefli sohbetinizden bereketlenmek ve hayır duânızı almak için getirdim” dedi.
Bunun üzerine Hacı Hıdır hazretleri mübârek ellerini kaldırıp, benim yüzüme
bakarak duâ etti. Orada bulunanlar âmin dediler. Bu fakire gelen ihsânlar ve
yükseklikler o duânın bereketiyledir.”
Ziyâret
bittikten sonra Zile’ye döndü. O beldenin âlimlerinden sarf ve nahiv ile diğer
ilimleri tahsil etti. Daha sonra Tokat’a gidip Arakıyeci-zâde Şemseddîn
Efendi’den ve diğer âlimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Bu sırada
gördüğü bir rü’yâyı şöyle anlatır: “Tokat’ta ilim tahsili ile meşgûl olduğum
sırada bir gece, rü’yâmda bir sahrada oturmuş ve etrâfımı bir nûr kaplamış,
etrâfımda genç-ihtiyâr birçok kimselerin döndüğünü gördüm. Bu rü’yâyı, rü’yâ
ta’bir etmekte mahir olan Köstekci-zâde’ye anlattım. Ben rü’yâyı anlatınca,
bana; “Nerelisin, kimin nesisin, nerede kalıyorsun ve ismin nedir?” diye sordu.
Ben de ayrıntılı olarak hâlimi ve kim olduğumu anlatınca, bana: “Sana müjdeler
olsun ki; zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek dereceye ulaşıp, zamanının bir
tanesi olacaksın. Her taraftan insanlar gelip senden feyz alıp, Allahü teâlânın
rızâsına kavuşacaklar” diye ta’bir etti. Bu ta’birde bildirilen husûslar yirmi
sene sonra aynen meydana geldi.”
Tokat’ta
aklî ve naklî ilimleri tahsil edip yükseldikten sonra, İstanbul’a gelip, Sahn-ı
semân medreselerinden birinde müderris olarak vazîfelendirildi. Bir müddet ilim
öğretip talebe yetiştirmekle meşgûl oldu. Daha sonraları İstanbul’a gelerek
öğretim hayatına atılan Şemseddin Sivasi, sahn müderrisliğine kadar yükselmiş,
Birgün zamanın kadıaskerini ziyârete gitmişti. Müderrislere ve kadılara karşı
kadıaskerin tutumunu ve onların makam için düştükleri hâlleri beğenmedi.
Çıktıktan sonra Fâtih Câmii’ne gitti, iki rek’at namaz kılıp, huzûru kalb ile
Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Bunların içinden beni kurtarıp, tasavvuf ehlinin
yoluna dâhil eyle” deyip duâ etti. Bundan kısa bir müddet sonra hacca gitti.
Hac ibâdetini yerine getirip sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) mübârek
kabrini ziyâret ettikten sonra, doğum yeri olan Zile’ye döndü. Orada ilim
öğretip, insanlara Allahü teâlânın dînini ve Peygamber efendimizin (
aleyhisselâm ) güzel ahlâkını anlatmağa başladı. O sırada İbn-i Hişâm’ın:
“Kavâid-ül-i’râb” adlı eserine “Hall-ül-Me’âkıd” adlı bir şerh yazdı. Fakat
içindeki ilâhî aşkın ateşinin harareti, her geçen gün biraz daha artıyor,
Allahü teâlânın sevdiği bir velîye talebe olmak istiyordu. Bu sırada Amasyalı
Şeyh Muslihuddîn Efendi’nin dergâhına gidip, onun sohbetiyle şereflendi ve ona
talebe oldu. Bir müddet sohbet ve hizmetinde kalıp feyz aldı. O sırada gördüğü
bir rü’yâsını şöyle anlatır: “Bir tepe üzerinde büyük bir ağaç, bu ağacın yedi
büyük dalı var. Elimde Mıshaf-ı şerîf vardı. Bu mıshafı o ağacın en yüksek
dalına asmak istiyordum. Bu sırada şiddetli bir rüzgâr esip, ağacı kökünden
devirdi. Eyvah bu ne haldir diye üzülürken uyandım. Ertesi sabah rü’yâmı hocam
Muslihuddîn Efendi’ye anlattım. “Rü’yân aynı ile vâki olacaktır. Ağaçdan murâd
bizim vücûdumuzdur. Yakında biz göçeriz. Lâkin bizden önceki hocalar duâ edip
seccade ve âsâ verirlerdi. Biz dahî size icâzet verelim” deyip, elleriyle
icâzetname yazdılar. Aradan birkaç gün geçmeden rü’yâ aynı ile vâki olup, hocam
vefât etti. Hocamın vefâtıyla yetim kaldım. Mumu sönmüş eve, suyu çekilmiş
değirmene döndüm.”
Kara Şems,
hocası Amasyalı Muslihuddîn Efendi’nin vefâtından sonra, mübârek, velî bir zâtı
bulup, talebe olmak istedi. Tokat’ta bulunan zâhid ve müttakî olan, yüz yaşını
geçmiş bulunan Şeyh Mustafa Kirbâsî adında bir zâta gidip, talebe olmak istedi.
O zât buyurdu ki: “Sen gençsin, ben ise ihtiyâr ve hastalıklıyım. Riyâzete
(nefsin istemediklerini yapmak) kuvvetim yoktur. Seni terbiye ile meşgûl
olamam. Lâkin sâdık bir talebeysen cenâb-ı Hak senin mürşidini ayağına
gönderir. Bu mürşid altı ay sonra Tokat’a gelecektir.”
Kara Şems
bundan sonra, tekrar Zile’ye dönüp, ilim öğretmekle meşgûl oldu ve “Muhtasar-ı
Menâr” üzerine, “Zübdet-ül-esrâr” adlı bir şerh yazdı, ilim öğretmekle meşgûl
iken, Tokat’a, Abdülmecîd Şirvânî isminde bir zâtın geldiğini duyup, onun
yanına gitti. Abdülmecîd Şirvânî’nin sohbetine ve mübârek ellerini öpme
şerefine kavuştu. Abdülmecîd Şirvânî sohbetin sonuna doğru; “Ey Kara Şems!
Benim, Allahü teâlânın emri ve sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm )
işâretiyle kendi memleketimi, ailemi ve sevenlerimi terk edip, dağ ve beldeleri
aşıp gelmem, sâdece seni irşâd ve terbiye içindir” buyurdu. Kara Şems bu ânı
şöyle anlatır: “Abdülmecîd Şirvânî’nin bu sözünü duyunca Şeyh Mustafa
Kirbâsî’nin daha önce vermiş olduğu müjdeyi hatırladım, hesap ettim ki tam altı
ay geçmişti.”
Abdülmecîd
Şirvânî’nin sohbetine kabûl edilişini şöyle anlatır: “O zâtın huzûruna varınca,
bu fakirde istek ve arzu görüp; “Siz bu civardaki kasaba ve şehirlerin meşhûr
bir kişisisiniz. Halk nazarında yüksek birisiniz. Böyle iken huzûrumuzda
zilleti ve dervişliği kabûl edersiniz. Halktan rağbet göremezsiniz. Bu duruma
pişman olursunuz. Çünkü bu yol sıkıntılar ve meşakkatler yoludur” buyurunca:
“Canlar feda
muhabbet-i cânâne sır değil,
Erbâb-ı
aşk’a terk-i sır etmek hüner değil”dedim.
Bunun
üzerine; “Sen sâdık bir talebesin. Biz de seni irşâd etmekle vazîfeliyiz.
Riyâzet ve mücâhedeye tahammül edersin. Az zamanda rızâ-i İlâhî’ye kavuşursun”
buyurup,
“Yâra yol
iki kademdir birisi cana bas,
Çünkü bu
meydâna geldin merd isen merdâne bas”
beytini
okudu ve fakiri kabûl buyurdu.”
Abdülmecîd
Şirvânî’nin hizmetinde bulunup sohbetinden istifâde etti. Feyz alıp tasavvuf
derecelerinde yükseldi. Dünyâ sevgisinden uzaklaşıp hakîkate yöneldi.
Şemseddîn
Sivâsî, Abdülmecîd Şirvânî’den kısa zamanda feyz alıp, tasavvufun yüksek
derecelerine kavuştu. Hocası tarafından insanlara, Allahü teâlânın dînini ve
sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) güzel ahlâkını anlatmakla
vazîfelendirildi. Şöhreti her tarafta duyuldu. Devrin Sivas vâlisi Hasen Paşa,
kendisini Sivas’a da’vet edip, yaptırdığı dergâha yerleştirdi. Aynı zamanda
câmi imamlığı da kendisine verildi. Orada ilim öğretmek ve insanlara va’z ve
nasihatle meşgûl oldu. Hayatının sonuna doğru, Sultan Üçüncü Mehmed Hân’la
birlikte Eğri seferine katıldı.
Pâdişâh,
ordusuyla birlikte İstanbul’a döndüğünde, Şemseddîn-i Sivâsî’nin İstanbul’da
kalmasını ısrarla rica ettiyse de kabûl ettiremedi. Şemseddîn-i Sivâsî
ihtiyârlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli
yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından,
rûhunu ailesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek
izin istedi. Sivas’a döndü. Gelişinden kısa bir müddet sonra, amcazâdesi ve
dâmâdı olan Recep Efendi’yi vazîfesine ta’yin etti. Şemseddîn Sivâsî
vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat
kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olduktan sonra, duâ edip, rûhunu teslim
etti.
Şeyh
Şemseddîn Ahmed Sivâsî hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek, ilim ve
irfan sahibi, bütün güzel huylarla ahlâklanmış, faziletli bir zât idi.
Tasavvufda Halvetiyye yoluna mensûb idi. Şemsiyye kolunun kurucusudur. Şemseddîn
Sivâsî hazretlerinin, yüksek hâlleri ve birçok kerâmetleri vardır. Bu hâl ve
kerâmetlerinin ba’zıları şöyledir: insanlara Allahü teâlânın dînini ve sevgili
Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatıp, hak yola da’vet etmek üzere, Mısır’a
gönderdiği halîfelerinden (talebelerinden) Şeyh Hacı Mustafa nakleder “999 (m.
1590) senesinde Şeyh Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin talebeleriyle birlikte
hacca gitmek üzere Anadolu’dan ayrıldıklarını işittim. Bu fakîr de Mısır’dan
ba’zı hacılarla birlikte hac ibâdetini yerine getirmek ve hocam Şemseddîn
Sivâsî’nin sohbetinden istifâde etmek üzere yola çıktım. Şam hacılarından önce
Mekke’ye vardık. Çok karanlık bir gecede tavaf yapmak üzere giderken bir meşale
gördüm. Baktım ki, Şemseddîn Sivâsî hazretleri, talebeleri ve sevenleriyle
birlikte geliyorlardı. Yolda mübârek ayaklarının basdığı topraklara yüz sürsem
edepsizlik olur. Sabahleyin indikleri yere varayım diye düşünüp, bir kenara
gizlendim. Gizlendiğim yere gelince bindikleri hayvanlarını benden yana
çevirip, atından indi. Mübârek ellerini başıma koyup hafifçe: “Sen Hacı Mustafa
değil misin? Ne diye saklandın ve gizlendin?” buyurdu. Ben de; “Evet sultânım”
deyip mübârek ellerini öptüm. Böylece bu kerâmetini müşâhede ettim.”
Talebelerinden
Receb Efendi nakleder “Şeyh Şemseddîn Sivâsî hazretlerini, va’z ve nasihat
etmesi için civar köy ve kasaba halkı da’vet etmişlerdi. Da’vete icabet edip
giderken bir köyde konakladık. O köy halkı, Hazreti Ali’yi sevdiğini iddia
ederek, sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) seçilmiş Eshâb-ı Kirâmı
hakkında kötü sözler söylüyorlardı. Kendimize ve hayvanlanmıza paramızla
yiyecek birşeyler almak istedik, vermediler. Bununla da kalmayıp, bizi zulüm ve
işkenceyle öldürmek istediler. O zaman Şemseddîn Sivâsî hazretleri, iki rek’at
namaz kılıp, Allahü teâlâya duâ etti. Aradan fazla zaman geçmeden, köyün ileri
gelenleri ve kalabalık bir topluluk türlü türlü yiyecekler ve hediyelerle
geldiler. Taaccüp edip; “Önce siz bize yemek vermeyip öldürmek istediğiniz
hâlde bu muhabbet ve sevgi nedir?” diye sorduğumuzda; “Biz de bilmeyiz ne hâl
oldu. Kalbimize, şu azîzin muhabbet ve sevgisi yerleşti. Mümkün olsa canımızı
dahî feda etmeyi isteriz” diye cevap verdiler. Sonra Şemseddîn Sivâsî
hazretlerine; “Sultânım, düşmanlıktan sonra bu muhabbet nedir?” diye sorduk.
Tesbihini gösterdi. Biz bu şekilde sohbet ederken o topluluğun reîsi olan kimse
gelip; “Sultânım küçük bir kerîmem (kızım) vardır. Ba’zan saralı olur. Günlerce
bu hâlden kurtulamaz. O hâlden kurtulunca da kendini bilmez. Söylenen sözleri
anlamaz. Başka evlâdım da yoktur. Huzûrunuza getireyim de hayır duâ buyurun.
Zîrâ bana bildirildi ki: “Kara Şems’in dergâhından ne isteseniz geri çevrilmez”
dedi. Şemseddîn Sivâsî hazretleri bir an önce getirmesini istedi. O kimse
kızını bir hayvana bindirip getirdi ve ölü gibi Şemseddîn Sivâsî hazretlerinin
huzûruna koydu. Hazret-i Şeyh bir müddet teveccüh buyurup, “Fâtiha” dediğinde,
kızcağız sıçrayarak ayağa kalktı. Sevinerek evlerine döndü. Nakledilir ki: O
hastalık bir daha gelmedi. Aklı başında iffetli bir hâtun oldu.
Bu kerâmeti
gören köy halkı, Eshâb-ı Kirâm hakkındaki kötü düşüncelerinden vaz geçip,
“tövbe ettiler. Hepsi, Şeyh Şemseddîn Sivâsî’nin sevenleri ve talebeleri oldu.
Kara Şems’in
vefâtından sonra, yerine Abdülmecîd Sivâsî geçti. Dâmâdı olan Receb Efendi de
talebelerinin büyüklerindendir. Şems hazretlerinin vefatından sonra ; Ölümü
üzerine söylenen tarihlerden bazıları şunlardır:
2- Ey Hüsâmî
fevtine târîh de Rûh-ı pâk-i Şemsî’ye Firdevs câ
3- Mekân u
cây oldu cilve-gâh-ı kurb-ı lâhûtî Tulundu hayf Şems-i ma’nâ dîdeden nihân oldu
Türbesi,
halen Sivas’ta Meydan Camii’nin kuzey tarafında bulunmakta olup üzerinde sülüs
hattıyla:
Şehr-i Sivas
içre cânâ işbudur
Şeyh
Şemseddin Kutb’un meşhedi
Dedi Kadrî
künbedi târîhini
Nûrla olsun
musaffâ merkadi
tarih kıtası
bulunmaktadır.
Bu kıtanın
son mısrası ebcet hesabına vurulunca 1009 (1600) rakamı çıkmaktadır ki, bu da
türbenin, Şemseddin Sivasî’nin ölümünden üç yıl sonra yapıldığını
göstermektedir.
Şemseddin
Ahmed’in hâl tercümesi ile menkıbeleri; Şeyh Recep Sivasî’nin Necmü’l-Hüdâ,
Şeyh Nazmî Muhammed’in Hediyyetü’l-İhvân ve Müstakimzâde Süleyman Sa’deddin
Efendi’nin Hülasatu’l-Hediyye ve daha birçok kitapta yer almaktadır. Şemseddin
Sivasî’nin soyundan çok sayıda âlim, fazıl kişi geldiğini de belirtmekte yarar
vardır.