Havâ ağırdı, fakat, pek dokunmuyordu sıcak; Gurûba vardı esâsen yarım sâ’at ancak. Yakındı sâhile mihmânı olduğum mesken; Yavaş yavaş iniverdim ağaçlı bir tepeden. O, Nîl’i koynuna çekmiş yeşillenen, vâdî, -Ki yok hazan safahâtında ömrünün ebedî- Önümde, zümrüde benzer, yığın yığın mevecât, Saçıp saçıp uzuyor: Sanki bir serâb-ı hayât! Şu imtidâda bakın, var mı yâl ü bâline eş? Bu yâl ü bâli bütün gün kucaklayan o güneş, Ki Nîl’i şarkına almış da garba geçmişti; Ufukta son lemeâtıyle parlıyor şimdi... Fakat ziyâsına hâlâ tahammül imkânsız. Solumda bir büyücek hurma var ki yapyalnız... Zemîni haylice mâil de olsa, çâresi ne? Büründüm artık onun zıll-i pâre-pâresine.
Bu noktadan ne müheyyic fezâya doğru nazar! Birer kanat iki sâhilde yükselen ovalar: Nigâh uzandı mı bir kerre dûş-i sâhirine, Hayâl uçup gidiyor başka âlemin birine! Zemîne şimdi, o gündüz alev saçan, âfâk Ilık ılık döküyor bir havâ-yı istiğrâk. Gülümsüyor yüzü artık muhît-ı reyyânın, Muhâtı, çünkü, semâdan inen bu çağlayanın. Deminki samte bedel hande çınlıyor yer yer: Gülümsüyor koca vâdî, gülümsüyor tepeler; Gülümsüyor suyu tırmanmak isteyip öteden, Uzun kürekli kayıklarla bir büyük yelken; Gülümsüyor beriden gölgeler döküp Nîl’e, Otel binâları etvâr-ı imtinânıyle; Gülümsüyor kıyılardan beş altı hatve kadar, İçerde, ipli sırıklarla işleyen kuyular; Gülümsüyor suyu kırbayla aktaran fellâh; Gülümsüyor bunu ömründe görmeyen seyyâh; Gülümsüyor çalılıklarla örtülen dereler; Gülümsüyor sayısız tarlalarla meşcereler; Gülümsüyor karılar, başlarında topraktan, Güğüm kılıklı birer kap dönerken ırmaktan; Gülümsüyor derelerden balık tutan, çıplak, Çoluk çocuk suyu kepçeyle aktarıp durarak...
Sabahleyin dolaşıp gördüğüm o heykeller; Ki sermediyyete çılgın zavallı hırs-ı beşer, -Kulûba nakşedecek yerde yâd-ı rahmetini- Fezâya kazmak için zıll-i bî-kerâmetini; Dikip de her kayadan bin hayâta seng-i mezâr, Bu korkuluklara vahşetle vermiş istikrâr; Ki secdeler edecekmiş ayaklarında zemîn; Ki Arş’ı titretecekmiş alınlarındaki çîn! Fakat zaman denilen dest-i kibriyâ-yı mehîb Bu kahramanları etmiş ki öyle bir te’dîb: Ne enf-i nahveti kalmış kırılmadık, ne kolu! Civâr-ı ibreti enkàz-ı lâşesiyle dolu. Ne çehrelerde mehâbet, ne cebhelerde gurûr; Silik hutûtuna çökmüş bütün meâl-i fütûr. Adâletin bu kadar bî-aman tecellîsi Nigâh-ı zâire vermekte merhamet hissi.
Evet, mezârı o heykellerin uzaktı bana; Şu var ki mün’atıf oldukça gözlerim o yana, Gülümsüyor diyorum onların da çehreleri. Gülümsüyor koca bir ma’bedin uzakta yeri. Gülümsüyor sağa baktıkça karşıdan «Karnak»; Gülümsüyor o sütunlar ki, Nîl’e müstağrak, Zılâl-i ra’şe-nümâsıyle oynuyor emvâc. Gülümsüyor, dağınık başlarında altın tâc, Semâya fırça vuran hurmalar sevâhilden.
Oturmuş olduğum âsûde sath-ı mâilden, Biraz yukardaki çardak biçimli gölgeliği, Nasılsa görmek için kalkayım, dedim... Ne iyi! Fransız, İngiliz, Alman, on üç kadar seyyâh, Üçer beşer küme olmuşlar: İnliyor akdâh! Birinciler gülüyor... Çünkü ceyb-i meşhûnu, Yerinden oynatıyor kâinât-ı medyûnu. «Sedan» düşündürecek olsa olsa maskarayı... Refâh unutturur insâna en derin yarayı. İkinciler gülüyor, hem de hakkıdır, gülecek: Cihan bir emrine âmâde... «Öl! » desin, ölecek. Tutuşturup bütün akvâmı karşıdan bakıyor! Çelikle taş vuruşurken herif çubuk yakıyor! Üçüncüler gülüyor, çünkü zûr-i bâzûsu, Ne derse «doğru! » denen bir kefîl-i nâmûsu. Beşer ki kuvveti bahşetmiyor henüz hakka; Ne çâre var onu kuvvetle almadan başka? Zebun musun? Yalınız ağlamak senin hakkın! ...
Evet, bu sâha-i cûşun, bu cûş-i ezvâkın İçinde ben, yalınız ben zavallı gülmüyorum... Oturmuş ağlıyorum, ağlasam da ma’zûrum: Vatan-cüdâ gibiyim ceddimin diyârında! Ne toprağında şu yurdun, ne cûybârında, Bir âşinâ sesi, yâhud bir âşinâ izi var! Sadâma beklediğim aksi vermiyor ovalar. Bileydim ey koca Şark, ey cihân-ı dûrâdûr, Senin nerendeki evlâdının nasîbi huzûr? Başın belâlara girmiş; elin, kolun pâmâl; İçinden esti mi bir gün hevâ-yı istiklâl? Görür müyüm diye karşımda müslüman yurdu, Bütün diyârını gezdim, ayaklarım durdu... Yabancı sesleri geldikçe reh-güzârımdan, Hep inkisâr-ı emel taştı rûh-i zârımdan! Vatan-cüdâ olayım sînesinde İslâm’ın? Bu âkıbet, ne elîm intikàmı eyyâmın! Benim ki yaşlıyım artık düşük kolum, kanadım; Bu intikàmı çalışsın da alsın evlâdım.
Ufukta şimdi güneş sönmek üzre sallanıyor; Şu var ki çehresi hâlâ parıl parıl yanıyor. Biraz geçince, şuâ’ât-ı vâpesîniyle, Dikildi geldi de karşımda, ansızın Nîl’e, Sularla esnemeyen bir amûd-i nûrânûr. Fakat bu zıll-i mübâhî, bu intibâ’-ı vakùr, -Ki çok zaman kalacak sandım imtidâdından- Beş on dakîkada Nîl’in silindi yâdından! Yazık, o gölge de milyarla zıll-i nâ-yâba, Katılmak üzre atılmış meğer bu girdâba!
Görünmüyor güneş artık, önünde perde cibâl; O şimdi başka ufuklardan etti arz-ı cemâl. Acıklı rûhunu mağrib hazin hazin döktü; Zemîne şâm-ı garîbân yavaş yavaş çöktü. Değişti çehresi Nîl’in: Önümde az kumral; Deminki zıll-i sütûnun yerinde pek koyu al; Biraz ilerde, fakat, âdetâ karanlıktı. Bu reng-i mâteme dağlar da âşinâ çıktı: Karardı baktım uzaktan dumanlı cebheleri. Ridâsı mağribin artık kucaklamıştı yeri. Demin gülümseyen âfâkı tülledikçe zılâl, Uyandı rûh-i garîbimde bir hayâl-i muhâl: Cihân-ı sâmiti karşımda ağlıyor sandım... O gölgelikten inip nûra doğru tırmandım.