«İhtilâf-ı metâli’ sebebiyle küre üzerinde ezansız zaman yoktur.» (1)
Zaman geçmez ki yüz binlerce kalbin vecd-i sekrânı, Zeminden yükselip, göklerde vahdetzâr-ı Yezdân’ı, Ararken, dehşet-âkîn etmesin bir sayha vicdânı. Ne lâhûtî sadâ «Allâhu ekber! » sarsıyor cânı... Bu bir gülbank-i Hak’tır, çok mudur inletse ekvânı?
Bu lâhûtî sadâ çıktıkça cûşa-cûş olup yerden, İner esrâr-ı kudret kibriyâ tavrıyle göklerden. Bütün âheng-i hilkat yâd ederken Hakk’ı ezberden, Vicâhî feyz alır artık o nûru’n-nûr-i ezherden: Hüveydâ şimdi cânandır seherden, şâm-ı esmerden!
Seher vaktinde mevcûdât, nûşîn hâb içindeyken, Bu rûhânî nevâ âfâkı mevcâ-mevc edip birden; Muhîtin kalb-i hâmûşunda başlar bir hazin şîven. Bakarsın her taraf zulmet, fakat bir zulmet-i rûşen! Semâ bîdâr, her yıldız Cemâlu’llâh’a bir revzen.
Maîşet kayd-ı can-fersâsının mahkûmu, bîzârı, Bütün bîçâreler gündüz bu yâd-ı merhametkârı, Duyar sermest olur görmüş kadar ferdâ-yı dîdârı! O neşveyle, yorulmak şöyle dursun, en ağır bârı, Sürükler görmeden, göstermeden yılgınlık âsârı. Güneş mağrib-güzîn olmuş, semâ esmer, ufuk gülgûn; Zaman durgun, zemin muğber, cihan dembeste, can mahzûn; Gariblik rû-nümâ yer yer, sükûnet dembedem efzûn... Bakarsın bir de gülbank-i İlâhî’den dolup gerdûn, O tenhâyî-i sevdâvî olur Allâh ile meskûn!
İnip vaktâ ki leylin dest-i istîlâsı gabrâya, Serer dünyâya zulmetten adem şeklinde bir sâye; Nazar medhûş, müstağrak giderken zîr ü bâlâya, Döner, «Allâhu ekber» cûşu yükseldikçe Mevlâ’ya, O muzlim sîne-i hilkat tecellîzâr-ı Sînâ’ya!
Senin, dem geçmiyor, yâdınla lebrîz olmadan eb’âd; Ne müdhiş saltanat yâ Rab, nasıl âsûde istibdâd! O istibdâda hürmettir ezanlar, subhalar, evrâd... Hayır, sen rûh-i rahmetsin, bu sesler senden ister dâd, Verir miydin, eğer dâd etmesen, feryâda isti’dâd?
* * *
Gunûde rûh-i tabîat samîm-i zulmette... Sitâreler bile bâlâ-yı sermediyyette, Yavaş yavaş uyumak istiyor yumup gözünü; Seher semâların altında, açmıyor yüzünü. Firâş-ı leylde dinmiş olan enîn-i hayat, Ridâ-bedûş-i sükûnet önümde her safahat. Görüp muhîtimi dalgın hamûş bir vecde, O hâli ben de temâşâya daldım âsûde. Nigâhı mest ediyorken bu levha-i mahmûr, Ufukta yükselerek bir sadâ-yı dûrâ-dûr, Yayıldı rûy-i zemînin o anda her yerine, Sokuldu leyl-i ketûmun bütün serâirine. Cihân-ı nâimi kaldırdı, bî-karâr etti, Zalâm içinde ne âlemler âşikâr etti! O yükselen sesi tekrîre başlayıp eb’âd, Duyuldu sîne-i şebden medîd bir feryâd. Semâya çıktı o feryâd, âh-ı ümmet olup! Semâdan indi o feryâd, rûh-i rahmet olup! Uzaktan andırıyorken, demin, heyûlâyı; Semâ’hâne-i leylin birer küçük nâyı Gibiydi şimdi hayâlimde her menâr-ı mehîb... O taş yürekte bu sûzişli nağmeler ne garîb! O nây-pârelerin sonra hepsi hem-dem olup, Uyandı rûh-i sükûnette bir azîm âşûb. Coşunca âlem-i câmidde sayha-i tehlîl, Minâreler bana gelmişti sûr-i İsrâfîl: Muhîte çekmiş iken dest-i şeb, ridâ-yı memât; Uyandı karşıki evlerde lem’a lem’a hayât. Uyandı sonra avâlim, uyandı rûh-i sabâh; Uyandı hâb-ı ademden birer birer eşbâh; Uyandı bende de bir şeb-çerâğ-ı zulmet-sûz, Ki tâ ebed olacak feyz-i Hak’la sîne-firûz. Tasavvur eylemem artık zevâl o meş’al için... Meğer ki nûr-i İlâhî ufûl edip gitsin!
(1) «Güneşin doğuş vaktindeki farklılıklar sebebiyle, dünya üzerinde ezansız zaman yoktur.» Her an ezan okunmakta, bir ahaldeki ezanlar sona ererken, oranın batısındaki yerlerin ezanları okunmaya başlanmaktadır.